I)Modern Çağın Öncesinde İnsanoğlu
Bundan yıllar yıllar öncesine gidelim, oldukça gerilere. Ne
kadar mı geriye? II. Dünya Savaşı’na mı? Sanmıyorum. Fransız İhtilali’nden
öncesine gidelim, adımlarımızı sıklaştırıp daha da geriye gidelim, modern
çağları ardımızda bırakarak mesela Rönesans ve Reform’a mı baksak, yoksa
İstanbul’un Fethi’ni mi seyre dalsak? Bunlar da bizim inceleyeceğimiz konu için
geç zamanlar, daha gerilere adım atalım, daha karanlık zamanlara daha
bilinemezliğe doğru. İnsanların şimdiki gibi bireyselliklerine gömülmedikleri,
aksine toplum olarak yaşamanın ve topluluk olarak kalabilmenin bir ödül olduğu
zamanlara gidelim. Milattan önceki zamanlara aslında bu şekilde de bir
tanımlama getirebiliriz; evet, bu zamanlar insanların en temel içgüdüsü olan ‘’yaşama
arzusunun’’ gerçekleşebilmesi için topluluk olarak yaşamalarının gerektiği
zamanlardı. Fakat her ne kadar birlikte yaşamak bir ihtiyaç olsa da, insanları
bir arada tutabilmek için bir şeyler de gerekliydi. Zor zamanlardan
bahsediyoruz en nihayetinde, o zamanlarda dış güçler kadar içeride yaşanan
olaylar da insanları etkileyebilmekteydi. Mesela bugün adını duyduğumuzda
önemsemediğimiz hastalıklar o zaman kitleleri öldürebiliyordu, savaşlar
insansız hava araçları veya zırhlı tanklarla değil keskin kılıçlarla ve kol
kuvvetiyle yapılıyordu; yani olan biten her olumsuzluk insanları birebir
dolaysız şekilde etkiliyordu. Peki bu insanlar birbirine bağlı olmasını sadece ‘’ihtiyaç’’
ile açıklayabilir miydik? Bugün nasıl bir ‘’aidiyet’’ duygusu ile
insanlar birbirine bağlanmak için sebepler üretmişse, elbette o zamanlar da bu
aidiyetlik vardı. Tabii zamanla bu aidiyetlik farklı şekillere büründü,
insanlarda kabile aidiyetliği değişti, kimi zaman dini kimi zaman milli bir
aidiyetlik ile geçmişten gelen bu ‘’ait olma’’ dürtüsü hep bir şekilde
karşımıza çıktı.
kadar mı geriye? II. Dünya Savaşı’na mı? Sanmıyorum. Fransız İhtilali’nden
öncesine gidelim, adımlarımızı sıklaştırıp daha da geriye gidelim, modern
çağları ardımızda bırakarak mesela Rönesans ve Reform’a mı baksak, yoksa
İstanbul’un Fethi’ni mi seyre dalsak? Bunlar da bizim inceleyeceğimiz konu için
geç zamanlar, daha gerilere adım atalım, daha karanlık zamanlara daha
bilinemezliğe doğru. İnsanların şimdiki gibi bireyselliklerine gömülmedikleri,
aksine toplum olarak yaşamanın ve topluluk olarak kalabilmenin bir ödül olduğu
zamanlara gidelim. Milattan önceki zamanlara aslında bu şekilde de bir
tanımlama getirebiliriz; evet, bu zamanlar insanların en temel içgüdüsü olan ‘’yaşama
arzusunun’’ gerçekleşebilmesi için topluluk olarak yaşamalarının gerektiği
zamanlardı. Fakat her ne kadar birlikte yaşamak bir ihtiyaç olsa da, insanları
bir arada tutabilmek için bir şeyler de gerekliydi. Zor zamanlardan
bahsediyoruz en nihayetinde, o zamanlarda dış güçler kadar içeride yaşanan
olaylar da insanları etkileyebilmekteydi. Mesela bugün adını duyduğumuzda
önemsemediğimiz hastalıklar o zaman kitleleri öldürebiliyordu, savaşlar
insansız hava araçları veya zırhlı tanklarla değil keskin kılıçlarla ve kol
kuvvetiyle yapılıyordu; yani olan biten her olumsuzluk insanları birebir
dolaysız şekilde etkiliyordu. Peki bu insanlar birbirine bağlı olmasını sadece ‘’ihtiyaç’’
ile açıklayabilir miydik? Bugün nasıl bir ‘’aidiyet’’ duygusu ile
insanlar birbirine bağlanmak için sebepler üretmişse, elbette o zamanlar da bu
aidiyetlik vardı. Tabii zamanla bu aidiyetlik farklı şekillere büründü,
insanlarda kabile aidiyetliği değişti, kimi zaman dini kimi zaman milli bir
aidiyetlik ile geçmişten gelen bu ‘’ait olma’’ dürtüsü hep bir şekilde
karşımıza çıktı.
Coğrafyanın bugünkü
gibi tam oturmadığı yıllardan söz
ediyoruz, Ortadoğu uzun yıllardır ne kadar sallantıda da olsa, Dünya’daki
birçok ülkenin kesin sınırları şu an belli (tabii görünürde). Fakat bu yıllarda
herkes birbiriyle savaş halinde, basit bir göç bile savaş sebebi olabilmekte,
insanlar yerleştiği toprakları savunurken bir başka insanlar da yeni topraklar
elde etmek için çetin savaşlar vermekte. Çok basit bir şekilde örnek vermek gerekirse bugün
yaşadığımız coğrafyaya gelene kadar katettiğimiz yolları çok da sakince
geldiğimizi söyleyemeyiz. Biz bir yandan göç ederken, bir yandan da dönemin –olağan
olarak- barbar kabilelerini de önümüze katarak Orta Asya’dan Avrupa’ya
‘’Kavimler Göçü’’nün gerçekleşmesine sebep olduğumuzu unutmayalım. Sonuçta
bizim göçlerimiz sakin bir şekilde gerçekleşseydi ne o barbar kabileler
Avrupa’ya kaçardı ne de dağılarak bugünkü Avrupa toplumunu oluşturabilirlerdi.
Aynı zamanda Anadolu’ya gelinene dek yapılan savaşlarla da bugün yaşadığımız
coğrafyaya hakim olabildik. Kısacası Dünya o yıllarda da karmakarışık bir
halde, savaşlar, kıtlık, hastalıklar elbette ki insanlarda olumsuz etkiler
yaratıyor. Peki o yıllarda insanlar nasıl motive edilebilir, topluluklarına
can-ı gönülden bağlanıp çekilmez bunca derdi çekmeleri sağlanabilirdi? Bugüne
gelmeden önce, geçmişte aradığımız ilk yanıtımız; destan. Evet, destanlar
insanları o yıllarda motive edebilecek şeylerden birisiydi. Örneğin bir
toplumda savaş çıktığında, elbet orada yiğit bir asker bulunur ve kanının son
damlasına dek savaşarak ülkesi için canını feda ederdi. Daha doğrusu bu
söylentiler dilden dile yayılır, bir ağızdan başka ağza geçerken üzerine birkaç
bir şey daha katılır ve son haline ulaştığındaysa ilk halinden hiç eser kalmaz.
Battal Gazi Destanı’nı ele alalım mesela. Bu kişi gerçekten yaşamış yiğit bir
Arap genci.* Battal Gazi’nin gerçekte yaşamış bir kişi olduğu söylenir, tabii
bu iddianın en önemli kaynağı yine destanın kendisi. Savaştan savaşa koşmuş bu
yiğit genç, destanda Anadolu’da İslam’ın yayılmasında katıldığı savaşlarla
büyük rol oynar örneğin. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bir dini yaymak bu kadar
basit değil. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına baktığımızda Türklerin, kurttan
doğmuş, kurtların yardımıyla yaşamış olduğunu bile iddia edebiliyor bazı
metinler. Tabii hepsi böyle şanlı değil, araya Göç Destanı gibi dramatik ve
olumsuz yolla etkileyici destan da sıkışmıyor değil.** Tabii bu örneklere
efsaneleri de eklemek mümkün. Aradaki fark ise destan bir şekilde kendisini
gerçekten olmuş bir olayla ilişkilendirebilmekteyken, efsaneler tamamen
insanların aklında kurdukları şeylerdir; yani aslı astarı yoktur.
gibi tam oturmadığı yıllardan söz
ediyoruz, Ortadoğu uzun yıllardır ne kadar sallantıda da olsa, Dünya’daki
birçok ülkenin kesin sınırları şu an belli (tabii görünürde). Fakat bu yıllarda
herkes birbiriyle savaş halinde, basit bir göç bile savaş sebebi olabilmekte,
insanlar yerleştiği toprakları savunurken bir başka insanlar da yeni topraklar
elde etmek için çetin savaşlar vermekte. Çok basit bir şekilde örnek vermek gerekirse bugün
yaşadığımız coğrafyaya gelene kadar katettiğimiz yolları çok da sakince
geldiğimizi söyleyemeyiz. Biz bir yandan göç ederken, bir yandan da dönemin –olağan
olarak- barbar kabilelerini de önümüze katarak Orta Asya’dan Avrupa’ya
‘’Kavimler Göçü’’nün gerçekleşmesine sebep olduğumuzu unutmayalım. Sonuçta
bizim göçlerimiz sakin bir şekilde gerçekleşseydi ne o barbar kabileler
Avrupa’ya kaçardı ne de dağılarak bugünkü Avrupa toplumunu oluşturabilirlerdi.
Aynı zamanda Anadolu’ya gelinene dek yapılan savaşlarla da bugün yaşadığımız
coğrafyaya hakim olabildik. Kısacası Dünya o yıllarda da karmakarışık bir
halde, savaşlar, kıtlık, hastalıklar elbette ki insanlarda olumsuz etkiler
yaratıyor. Peki o yıllarda insanlar nasıl motive edilebilir, topluluklarına
can-ı gönülden bağlanıp çekilmez bunca derdi çekmeleri sağlanabilirdi? Bugüne
gelmeden önce, geçmişte aradığımız ilk yanıtımız; destan. Evet, destanlar
insanları o yıllarda motive edebilecek şeylerden birisiydi. Örneğin bir
toplumda savaş çıktığında, elbet orada yiğit bir asker bulunur ve kanının son
damlasına dek savaşarak ülkesi için canını feda ederdi. Daha doğrusu bu
söylentiler dilden dile yayılır, bir ağızdan başka ağza geçerken üzerine birkaç
bir şey daha katılır ve son haline ulaştığındaysa ilk halinden hiç eser kalmaz.
Battal Gazi Destanı’nı ele alalım mesela. Bu kişi gerçekten yaşamış yiğit bir
Arap genci.* Battal Gazi’nin gerçekte yaşamış bir kişi olduğu söylenir, tabii
bu iddianın en önemli kaynağı yine destanın kendisi. Savaştan savaşa koşmuş bu
yiğit genç, destanda Anadolu’da İslam’ın yayılmasında katıldığı savaşlarla
büyük rol oynar örneğin. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bir dini yaymak bu kadar
basit değil. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına baktığımızda Türklerin, kurttan
doğmuş, kurtların yardımıyla yaşamış olduğunu bile iddia edebiliyor bazı
metinler. Tabii hepsi böyle şanlı değil, araya Göç Destanı gibi dramatik ve
olumsuz yolla etkileyici destan da sıkışmıyor değil.** Tabii bu örneklere
efsaneleri de eklemek mümkün. Aradaki fark ise destan bir şekilde kendisini
gerçekten olmuş bir olayla ilişkilendirebilmekteyken, efsaneler tamamen
insanların aklında kurdukları şeylerdir; yani aslı astarı yoktur.
Resme
geldiğimizdeyse, insanoğlu yazınsal metinlerde sanatsal ruhunu ortaya koyduğu
gibi tarih öncesi çağlardan beri çizimleriyle de sanatını konuşturdu. İnsanın
mağara çizimleriyle başlayan çizim yolculuğu, yine başka başka şekilde kendini
gösterdi. Kimi yerlerde minyatür olarak yapılan tasvirler kimi zamanlar yağlı
boya olarak hayat buldu. Genellikle yazınsal metinlerde koruyamadığı o ince
ruhu, insan çizimlerde yakalamayı başardı. Eğer yazı ‘’yiğitçe ölüme’’ bir
teşvik ise, resim her zaman yaratmaya/yaşatmaya teşvikti. İlk mağara
resimlerine baktığımızda örneğin avlanan insan çizimleri görürüz, insan veya
hayvan tasvirleri görürüz. Aslında bugün bakıldığında basit gibi dursa da, o
mağara resimleri insanın bugün kaybetmiş olduğu birçok şeyi bize gösterir.
Mesela bugün insanoğlu hiç olmadığı kadar doğaya uzaklaşmış ve neredeyse
düşmanlaşmıştır fakat anlıyoruz ki o yıllarda insan doğanın bir parçasıdır ve
bunun farkındadır. Ama yazınsal metinlerle çizimler arasında ortak nokta da
bulunuyor, örneğin o av resimlerine baktığınızda insanların hep beraber
avlanması durumu söz konusu. Yani topluluk olma gerekliliği ‘’fikri’’ o
yıllarda bile bir ‘’gerçektir.’’ Yani binlerce yıl önceki atalarımızın, hem de
bizim kadar akıllı olmadığını iddia ettiğimiz o insanların fark ettiği bir şey
bu. Bu dönemleri ardımıza alıp biraz daha ileriki yıllara gittiğimizde
(yaklaşık 40.000 yıl ileriye atalım kendimizi ), çizim sanatı da dallanıp
budaklanarak farklı kollara ayrıldı, bir dönemi Kübizm kasıp kavururken diğer
dönemi Sürrealizm kasırgası aldı götürdü, Dışavurumculuk her sanatı etkilediği
gibi resim sanatını da etkilerken Foto-Gerçekçilik akımıyla mekanlar neredeyse
aslına uygun bir biçimde resmedilmişti.
geldiğimizdeyse, insanoğlu yazınsal metinlerde sanatsal ruhunu ortaya koyduğu
gibi tarih öncesi çağlardan beri çizimleriyle de sanatını konuşturdu. İnsanın
mağara çizimleriyle başlayan çizim yolculuğu, yine başka başka şekilde kendini
gösterdi. Kimi yerlerde minyatür olarak yapılan tasvirler kimi zamanlar yağlı
boya olarak hayat buldu. Genellikle yazınsal metinlerde koruyamadığı o ince
ruhu, insan çizimlerde yakalamayı başardı. Eğer yazı ‘’yiğitçe ölüme’’ bir
teşvik ise, resim her zaman yaratmaya/yaşatmaya teşvikti. İlk mağara
resimlerine baktığımızda örneğin avlanan insan çizimleri görürüz, insan veya
hayvan tasvirleri görürüz. Aslında bugün bakıldığında basit gibi dursa da, o
mağara resimleri insanın bugün kaybetmiş olduğu birçok şeyi bize gösterir.
Mesela bugün insanoğlu hiç olmadığı kadar doğaya uzaklaşmış ve neredeyse
düşmanlaşmıştır fakat anlıyoruz ki o yıllarda insan doğanın bir parçasıdır ve
bunun farkındadır. Ama yazınsal metinlerle çizimler arasında ortak nokta da
bulunuyor, örneğin o av resimlerine baktığınızda insanların hep beraber
avlanması durumu söz konusu. Yani topluluk olma gerekliliği ‘’fikri’’ o
yıllarda bile bir ‘’gerçektir.’’ Yani binlerce yıl önceki atalarımızın, hem de
bizim kadar akıllı olmadığını iddia ettiğimiz o insanların fark ettiği bir şey
bu. Bu dönemleri ardımıza alıp biraz daha ileriki yıllara gittiğimizde
(yaklaşık 40.000 yıl ileriye atalım kendimizi ), çizim sanatı da dallanıp
budaklanarak farklı kollara ayrıldı, bir dönemi Kübizm kasıp kavururken diğer
dönemi Sürrealizm kasırgası aldı götürdü, Dışavurumculuk her sanatı etkilediği
gibi resim sanatını da etkilerken Foto-Gerçekçilik akımıyla mekanlar neredeyse
aslına uygun bir biçimde resmedilmişti.
Zamana hiçbir şeyin ‘’olduğu şekilde’’
dayanamaması gibi destan lar efsaneler ve çizimler de dayanamadı. Zaman
değişip, koşullar yerine göre güçleştikçe vatanseverlik aşılayan bu destanlar
veya efsaneler bazı özelliklerini kaybettiler. Birkaç örneği hariç, genellikle
anonim olan destanlar, artık bilinen yazarlarca yazılır oldu. Örneğin Tasso’nun
Kurtarılmış Kudüs’ü, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çanakkale Destanı, Nazım
Hikmet’in Kuvay-ı Milliye Destanı gibi destanlar buna örnektir. Yani M.S. 1000
yılından sonra azalarak destanlar 1900’lerin ilk yarılarına kadar ağır aksak
gelebilmişlerse de artık ‘’destan’’ coşkunluğunu yitiren bir yazın türü olarak
tarihsel görevini tamamlamıştır. Destandan boş kalan yeriyse dolduracak bir şey
gerekliydi tabii ki; bu şans da romanın oldu. Destan ve efsaneler yavaş yavaş
bir köşeye çekilirken, romanlar adım adım zirveye çıkıyordu. Yazarlar
romanlarını yazarken tümüyle kurmaca da olabiliyordu, tarihi bir dönemden kesit
alıp bunu kurmaca karakterlerle de süsleyebiliyorlardı. Hiç olmadı biyografik
roman ile gerçek kişileri, biyografilerin ciddiyetinden uzak daha duygusal ve
betimsel şekilde anlatabiliyorlardı. Fakat aralarından öyle isimler çıkıyordu ki,
bilim kurgu romanlarıyla geleceğe yön veriyorlardı. Tabii ki Jules Verne ve H.
G. Wells’ten bahsediyorum. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Dünyanın
Merkezine Yolculuk, Aya Seyahat gibi Verne eserlerinin yanında, daha ilgi çeken
Görünmez Adam, Dr. Monreau Adası, Zaman Makinesi, Dünyalar Savaşı gibi
eserlerle Wells bilim kurgunun temellerini sapasağlam attılar. Bu temelin
üzerinden Isaac Asimov gibi bilim kurguda harikalar yaratmış yazarlar da
kendini gösterdi, sinemada da bilim kurgu dalında kült olmuş eserler yaratıldı.
Ama Isaac Asimov çocukken, sinemalar da o kadar yaygınlaşmamışken başka bir tür
ortaya çıktı; çizgi roman.
dayanamaması gibi destan lar efsaneler ve çizimler de dayanamadı. Zaman
değişip, koşullar yerine göre güçleştikçe vatanseverlik aşılayan bu destanlar
veya efsaneler bazı özelliklerini kaybettiler. Birkaç örneği hariç, genellikle
anonim olan destanlar, artık bilinen yazarlarca yazılır oldu. Örneğin Tasso’nun
Kurtarılmış Kudüs’ü, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çanakkale Destanı, Nazım
Hikmet’in Kuvay-ı Milliye Destanı gibi destanlar buna örnektir. Yani M.S. 1000
yılından sonra azalarak destanlar 1900’lerin ilk yarılarına kadar ağır aksak
gelebilmişlerse de artık ‘’destan’’ coşkunluğunu yitiren bir yazın türü olarak
tarihsel görevini tamamlamıştır. Destandan boş kalan yeriyse dolduracak bir şey
gerekliydi tabii ki; bu şans da romanın oldu. Destan ve efsaneler yavaş yavaş
bir köşeye çekilirken, romanlar adım adım zirveye çıkıyordu. Yazarlar
romanlarını yazarken tümüyle kurmaca da olabiliyordu, tarihi bir dönemden kesit
alıp bunu kurmaca karakterlerle de süsleyebiliyorlardı. Hiç olmadı biyografik
roman ile gerçek kişileri, biyografilerin ciddiyetinden uzak daha duygusal ve
betimsel şekilde anlatabiliyorlardı. Fakat aralarından öyle isimler çıkıyordu ki,
bilim kurgu romanlarıyla geleceğe yön veriyorlardı. Tabii ki Jules Verne ve H.
G. Wells’ten bahsediyorum. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Dünyanın
Merkezine Yolculuk, Aya Seyahat gibi Verne eserlerinin yanında, daha ilgi çeken
Görünmez Adam, Dr. Monreau Adası, Zaman Makinesi, Dünyalar Savaşı gibi
eserlerle Wells bilim kurgunun temellerini sapasağlam attılar. Bu temelin
üzerinden Isaac Asimov gibi bilim kurguda harikalar yaratmış yazarlar da
kendini gösterdi, sinemada da bilim kurgu dalında kült olmuş eserler yaratıldı.
Ama Isaac Asimov çocukken, sinemalar da o kadar yaygınlaşmamışken başka bir tür
ortaya çıktı; çizgi roman.
II) Zerdüşt’ün Çağı
Marx’ın da yakındığı
gibi, filozoflar kütüphaneler dolusu eserlerinde Dünya’yı yorumladılar. Asıl
sorun ise onu değiştirmekti. Aslında bunu bir filozof aynı zamanda iktisatçı
olan bir isim önceden başarmıştı; Adam Smith. Hatta Marx, bunu Komünist
Manifesto’da kabul etmiş gibidir de. Kapitalizmin eski üretim biçimlerini ve
onlarla beraber o zamandan kalma ‘’ahlaki’’ kuralları nasıl yerle bir
edip yerine kendi istediği kuralları koyduğundan şöyle bahseder;
gibi, filozoflar kütüphaneler dolusu eserlerinde Dünya’yı yorumladılar. Asıl
sorun ise onu değiştirmekti. Aslında bunu bir filozof aynı zamanda iktisatçı
olan bir isim önceden başarmıştı; Adam Smith. Hatta Marx, bunu Komünist
Manifesto’da kabul etmiş gibidir de. Kapitalizmin eski üretim biçimlerini ve
onlarla beraber o zamandan kalma ‘’ahlaki’’ kuralları nasıl yerle bir
edip yerine kendi istediği kuralları koyduğundan şöyle bahseder;
‘’Burjuvazi, yönetimi
ele geçirdiği her yerde, tüm feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son
vermiştir. İnsanoğlunu ‘’doğal efendileri’’ne bağlı kılan çapraşık feodal
bağları acımasızca kesip atmış, insanla insan arasında katıksız çıkardan, katı
‘’nakit ödeme’’den başka bir bağ bırakmamıştır.’’***
ele geçirdiği her yerde, tüm feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son
vermiştir. İnsanoğlunu ‘’doğal efendileri’’ne bağlı kılan çapraşık feodal
bağları acımasızca kesip atmış, insanla insan arasında katıksız çıkardan, katı
‘’nakit ödeme’’den başka bir bağ bırakmamıştır.’’***
Evet, Kapitalizm
içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmiştir, değiştirmeye insanoğlunun hayatına
girdiği noktada yapmaya başlamıştır ve bu değişim hala da devam etmektedir. Fakat
biz şimdiki duruma bakmadan önce Zerdüşt’ün Çağı’na bakalım, yani Kapitalizmin
ilk halini yaşadığı yıllara ve o yılların atmosferine bir göz gezdirelim. İlk
başta şunu bilmemiz gerekir ki, Kapitalizm kendisini bir adım öne atarken cazip
olmak zorundaydı. Bu yüzden Kapitalizm ile eklemlenmiş bir görüş, Liberalizm
kendisini gösterdi. Liberalizm insanlara özgürlük vaat ediyordu, insanın özel
mülkiyeti de ayrıca korunmalıydı; devlet insanların özel hayatına müdahale
etmemeli ve aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü de sağlanmalıydı. İnsanlar tek
tek bir kişi olarak özeldiler ve bu bireysel olarak ‘’kişi’’
kutsaldı. Bu kişi istediği gibi
düşünebilmeli, başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece özgür
olabilmeliydi. John Stuart Mill, belki de Liberalizmin en etkili
düşünürlerinden olarak bu düşüncelerini ‘’Özgürlük Üzerine’’ adlı
eserinde uzun uzadıya anlatır. Her bir
kişinin düşüncelerinin ne kadar değerli olduğu konusunda vurgu yaparken,
çoğunluğun azınlığı baskı altında tutmamasını da önemle vurgular. John Locke ‘’Hoşgörü
Üzerine Mektup’’ eserinde dini hoşgörünün bir gereklilik olduğunu
önemle vurgular, olan ile olması gerekeni ortaya koyar. Zaten buraya kadar da
her şey güzeldir. Mutlak kralların, din adamlarının ve aristokratların
baskılarından bunalmış olan bilim adamları, filozof ve aydınların birçoğu bu
düşünceleri desteklemiştir.
içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmiştir, değiştirmeye insanoğlunun hayatına
girdiği noktada yapmaya başlamıştır ve bu değişim hala da devam etmektedir. Fakat
biz şimdiki duruma bakmadan önce Zerdüşt’ün Çağı’na bakalım, yani Kapitalizmin
ilk halini yaşadığı yıllara ve o yılların atmosferine bir göz gezdirelim. İlk
başta şunu bilmemiz gerekir ki, Kapitalizm kendisini bir adım öne atarken cazip
olmak zorundaydı. Bu yüzden Kapitalizm ile eklemlenmiş bir görüş, Liberalizm
kendisini gösterdi. Liberalizm insanlara özgürlük vaat ediyordu, insanın özel
mülkiyeti de ayrıca korunmalıydı; devlet insanların özel hayatına müdahale
etmemeli ve aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü de sağlanmalıydı. İnsanlar tek
tek bir kişi olarak özeldiler ve bu bireysel olarak ‘’kişi’’
kutsaldı. Bu kişi istediği gibi
düşünebilmeli, başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece özgür
olabilmeliydi. John Stuart Mill, belki de Liberalizmin en etkili
düşünürlerinden olarak bu düşüncelerini ‘’Özgürlük Üzerine’’ adlı
eserinde uzun uzadıya anlatır. Her bir
kişinin düşüncelerinin ne kadar değerli olduğu konusunda vurgu yaparken,
çoğunluğun azınlığı baskı altında tutmamasını da önemle vurgular. John Locke ‘’Hoşgörü
Üzerine Mektup’’ eserinde dini hoşgörünün bir gereklilik olduğunu
önemle vurgular, olan ile olması gerekeni ortaya koyar. Zaten buraya kadar da
her şey güzeldir. Mutlak kralların, din adamlarının ve aristokratların
baskılarından bunalmış olan bilim adamları, filozof ve aydınların birçoğu bu
düşünceleri desteklemiştir.
Fakat her şey
umulduğu gibi olmamış, Kapitalizm ekonomide ‘’kitlelerin’’ beklediğini
vermemiş, Liberalizm herkesi özgür kılmamıştı. İşte yana yakıla özgürlük
savunusu yapan filozofların, satır aralarına gizlediği ufak notlar kendisini
gösteriyordu. Örneğin medeni olanın, ‘’medeni olmayana’’ gösterdiği baskı
mübahtı; filozoflar bunu bir baskı olarak görmüyordu, bu uygar olmayanlara
yapılan bir iyilikti ya da en azından John S. Mill böyle düşünüyordu. Uygar
olmayan ne varsa yuvasında bulunmalı ve onu ‘’uygar olana dek’’ gözetimi altına
almalıydı. İnsanlar George Orwell’in yllar sonra yazacağı ‘’Hayvan Çiftliği’
eserine tanıklık etmiştir; ‘’Hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir!’’ Ve
hala da daha eşittirler.
umulduğu gibi olmamış, Kapitalizm ekonomide ‘’kitlelerin’’ beklediğini
vermemiş, Liberalizm herkesi özgür kılmamıştı. İşte yana yakıla özgürlük
savunusu yapan filozofların, satır aralarına gizlediği ufak notlar kendisini
gösteriyordu. Örneğin medeni olanın, ‘’medeni olmayana’’ gösterdiği baskı
mübahtı; filozoflar bunu bir baskı olarak görmüyordu, bu uygar olmayanlara
yapılan bir iyilikti ya da en azından John S. Mill böyle düşünüyordu. Uygar
olmayan ne varsa yuvasında bulunmalı ve onu ‘’uygar olana dek’’ gözetimi altına
almalıydı. İnsanlar George Orwell’in yllar sonra yazacağı ‘’Hayvan Çiftliği’
eserine tanıklık etmiştir; ‘’Hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir!’’ Ve
hala da daha eşittirler.
Marx kaygılarında
haklıdır, mutluluğu vaat eden bu ideoloji daha ilk yıllarında bir çöküntüyle
karşılaşmıştır. İnsanlar mutlu değildir, ne topluluk olarak ne de bireysel
olarak. Kurallar katıdır, o şanslı azınlıkta olmayan insanların hayatı bellidir
ve bu kitleye her geçen gün bir kişi daha katılmaktadır, katılmak zorundadır.
Evet, sistem değişmiştir ama Marx’ın da dediği gibi sınıflar hep aynı kalmıştır.
Üstelik artık mutsuz olan insanlar, yeniyi üretmek yerine çareyi eskide
aramışlar; bir kısmı din adamları ile birlikte hareket ederken bir kısmı da
feodal dönemin çığırtkanları olmuşlardır. Çünkü daha iyiyi vaat eden,
eskisinden bile acımasız çıkmıştır.
haklıdır, mutluluğu vaat eden bu ideoloji daha ilk yıllarında bir çöküntüyle
karşılaşmıştır. İnsanlar mutlu değildir, ne topluluk olarak ne de bireysel
olarak. Kurallar katıdır, o şanslı azınlıkta olmayan insanların hayatı bellidir
ve bu kitleye her geçen gün bir kişi daha katılmaktadır, katılmak zorundadır.
Evet, sistem değişmiştir ama Marx’ın da dediği gibi sınıflar hep aynı kalmıştır.
Üstelik artık mutsuz olan insanlar, yeniyi üretmek yerine çareyi eskide
aramışlar; bir kısmı din adamları ile birlikte hareket ederken bir kısmı da
feodal dönemin çığırtkanları olmuşlardır. Çünkü daha iyiyi vaat eden,
eskisinden bile acımasız çıkmıştır.
İşte bu zamanlarda
ütopyalar kendisini göstermiştir. İdeolojiler ütopyalarıyla insanlara
gelmiştir. Modern çağın da en önemli özelliği bu olsa gerek, insanlara
‘’ulaşması gereken’’ bir hedef vermiştir.Belki hedeflere ulaşılamayacaktır ama
ulaşmak için atılan her bir adım insanları daha mutlu edecektir. Örneğin
Marx’ın ütopyası ‘’komünist toplum’’dur. Hiçbir sınıfın ve insanları baskı
altında tutan bir devletin olmadığı bu ‘’son aşama’’ ulaşılması gereken
hedeftir. Ona ulaşmadan önceyse insanlar sosyalist aşamaya ulaşmalıdır.
Yani önce insanların sınıfsız bir toplumda yaşaması sağlanacaktır. Fakat herkes
böyle mi düşünmektedir?
ütopyalar kendisini göstermiştir. İdeolojiler ütopyalarıyla insanlara
gelmiştir. Modern çağın da en önemli özelliği bu olsa gerek, insanlara
‘’ulaşması gereken’’ bir hedef vermiştir.Belki hedeflere ulaşılamayacaktır ama
ulaşmak için atılan her bir adım insanları daha mutlu edecektir. Örneğin
Marx’ın ütopyası ‘’komünist toplum’’dur. Hiçbir sınıfın ve insanları baskı
altında tutan bir devletin olmadığı bu ‘’son aşama’’ ulaşılması gereken
hedeftir. Ona ulaşmadan önceyse insanlar sosyalist aşamaya ulaşmalıdır.
Yani önce insanların sınıfsız bir toplumda yaşaması sağlanacaktır. Fakat herkes
böyle mi düşünmektedir?
Başta Milliyetçiler
buna karşı çıkmaktaydı, Sosyalizmin ‘’millet/milliyet’’ kavramına son vereceği
düşünülüyordu. Sonra vatanseverler tepkiliydi, çünkü vatansız kalacaklarını
düşünüyorlardı. Muhafazakarlar karşıydı, toplumun değerlerinin yok edileceği
düşünülüyordu, Din adamlar ve/veya dindarlar karşıydı çünkü ‘’dinin ortadan
kaldırılacağını’’ düşünüyorlardı. Liberaller –doğal olarak- karşıydı, çünkü
Sosyalizm kesinlikle özel mülkiyete karşıydı; onlar için bu kadarı bile
yeterliydi. Yani farklı farklı düşünce sistemlerinin topyekün karşı çıkması söz
konusuydu. Peki buna sebep neydi? Bana sorarsanız bunu sebebi Karl Marx’ın keskin
cümleleriydi.
buna karşı çıkmaktaydı, Sosyalizmin ‘’millet/milliyet’’ kavramına son vereceği
düşünülüyordu. Sonra vatanseverler tepkiliydi, çünkü vatansız kalacaklarını
düşünüyorlardı. Muhafazakarlar karşıydı, toplumun değerlerinin yok edileceği
düşünülüyordu, Din adamlar ve/veya dindarlar karşıydı çünkü ‘’dinin ortadan
kaldırılacağını’’ düşünüyorlardı. Liberaller –doğal olarak- karşıydı, çünkü
Sosyalizm kesinlikle özel mülkiyete karşıydı; onlar için bu kadarı bile
yeterliydi. Yani farklı farklı düşünce sistemlerinin topyekün karşı çıkması söz
konusuydu. Peki buna sebep neydi? Bana sorarsanız bunu sebebi Karl Marx’ın keskin
cümleleriydi.
İşte bu keskin
cümlelerin içinden bir isim çıkageldi; Friedrich Nietzsche. Marx ile aynı
yüzyılda yaşamış bu ismin ondan daha keskin bir dili olduğu aşikar. Öyle ki Nihilizmin
tohumlarını atan Gorgias’ı kıskandıracak kadar katı bir Nihilist olan ve bu
düşüncelerini de oldukça etkileyici bir şekilde anlatabilen bir filozof olan
Nietzsche, açıkça söylemek gerekirse kendi dönemi içindeki her filozofun arasından sıyrılarak,
kendine has bir kişilik olmayı başarabilmiştir. Nihilizmin kendisi fazlasıyla ‘’aykırı’’
iken , bu genç adam bu düşünceyi daha farklı noktalara taşımıştır ve hatta öyle
ki ‘’Tanrıyı öldürmüştür.’’
cümlelerin içinden bir isim çıkageldi; Friedrich Nietzsche. Marx ile aynı
yüzyılda yaşamış bu ismin ondan daha keskin bir dili olduğu aşikar. Öyle ki Nihilizmin
tohumlarını atan Gorgias’ı kıskandıracak kadar katı bir Nihilist olan ve bu
düşüncelerini de oldukça etkileyici bir şekilde anlatabilen bir filozof olan
Nietzsche, açıkça söylemek gerekirse kendi dönemi içindeki her filozofun arasından sıyrılarak,
kendine has bir kişilik olmayı başarabilmiştir. Nihilizmin kendisi fazlasıyla ‘’aykırı’’
iken , bu genç adam bu düşünceyi daha farklı noktalara taşımıştır ve hatta öyle
ki ‘’Tanrıyı öldürmüştür.’’
Başta şunu
ifade etmek gerekir ki, kendisi kesinlikle ve kesinlikle evrensel bir ahlaka
karşıdır. Onu çağından ayıran da budur. Modern zamanın düşünürleri genellikle
‘’evrensel’’ düşünürler. Evrensel yasalar koymayı hedeflerler, örneğin
Liberalizm ‘’tüm insanların hakları’’nı savunur, Sosyalizm de Dünya’daki bütün
ezilmiş sınıfların sınıfsız bir toplum yaratması gerektiğini söyler. Yani her
kuralın, kanunun ve düşüncenin ‘’evrensel’’ düşünüldüğü bir ortamda, evrensel
bir ahlakın olmayışını savunmak bile oldukça cesur bir harekettir. ‘’Gelenek
nedir?’’ diye sorar Nietzsche ve cevabını da hemen verir; ‘’Bize yararlı
olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat
ettiğimiz yüksek bir otoritedir.’’
ifade etmek gerekir ki, kendisi kesinlikle ve kesinlikle evrensel bir ahlaka
karşıdır. Onu çağından ayıran da budur. Modern zamanın düşünürleri genellikle
‘’evrensel’’ düşünürler. Evrensel yasalar koymayı hedeflerler, örneğin
Liberalizm ‘’tüm insanların hakları’’nı savunur, Sosyalizm de Dünya’daki bütün
ezilmiş sınıfların sınıfsız bir toplum yaratması gerektiğini söyler. Yani her
kuralın, kanunun ve düşüncenin ‘’evrensel’’ düşünüldüğü bir ortamda, evrensel
bir ahlakın olmayışını savunmak bile oldukça cesur bir harekettir. ‘’Gelenek
nedir?’’ diye sorar Nietzsche ve cevabını da hemen verir; ‘’Bize yararlı
olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat
ettiğimiz yüksek bir otoritedir.’’
Ama biz her şeyin
ötesinde Nietzsche’yi daha farklı tanırız. Neredeyse siyaset alanında yazılmış
her kitap Faşizmin düşünsel temellerini Nietzsche’ye dayandırır. Bu belki haklı
bir çıkarımdır, ancak bu çıkarımın yapılmasının en önemli dayanağı Hitler’in
Nietzsche’nin düşüncelerinden etkilendiğini söylemesi olmuştur. Yoksa
düşüncelerinin derinine inildiğinde karşımıza çok farklı bir Nietzsche çıkıyor.
‘’En zalim hayvan insandır.’’ der ve bir başka eserinde de ‘’Despotlar,
havanın ahlaklı olduğu bölgeleri severler.’’ diye belirtir. Fakat
eserlerinden biri vardır ki, bugün Faşizmi öğrenmek isteyenlerin bir numaralı
kaynaklarından birisi olmuştur; Böyle Buyurdu Zerdüşt. Yukarıda da
demiştik, ideolojilerin insanlara koyduğu bir hedef vardır; ulaşılması gereken
o hedefe ulaşılamasa da önemli olan ulaşmaya çabalamaktır. İşte bu noktada da Zerdüşt,
‘’insanın aşılması gereken bir şey’’ olduğunu söyler, ulaşılması gereken
ise ‘’üstün-insandır’’. İnsan, hayvan ile üstün-insan arasında gerilmiş bir
iptir. Zerdüşt buna inanır. Ve bu düşüncelerini anlatmak için Pire’ye inen
Sokrates edasıyla, dağdan şehre doğru yolculuğu başlar, amacı insana ‘’kendini
aşmayı’’ öğretmektir, artık Zerdüşt’ün Çağı gelmiştir, herkesin insanı
kurtarmak için fikirler sunduğu bu zamanda Zerdüşt’ün de söyleyecekleri vardır
elbet.
ötesinde Nietzsche’yi daha farklı tanırız. Neredeyse siyaset alanında yazılmış
her kitap Faşizmin düşünsel temellerini Nietzsche’ye dayandırır. Bu belki haklı
bir çıkarımdır, ancak bu çıkarımın yapılmasının en önemli dayanağı Hitler’in
Nietzsche’nin düşüncelerinden etkilendiğini söylemesi olmuştur. Yoksa
düşüncelerinin derinine inildiğinde karşımıza çok farklı bir Nietzsche çıkıyor.
‘’En zalim hayvan insandır.’’ der ve bir başka eserinde de ‘’Despotlar,
havanın ahlaklı olduğu bölgeleri severler.’’ diye belirtir. Fakat
eserlerinden biri vardır ki, bugün Faşizmi öğrenmek isteyenlerin bir numaralı
kaynaklarından birisi olmuştur; Böyle Buyurdu Zerdüşt. Yukarıda da
demiştik, ideolojilerin insanlara koyduğu bir hedef vardır; ulaşılması gereken
o hedefe ulaşılamasa da önemli olan ulaşmaya çabalamaktır. İşte bu noktada da Zerdüşt,
‘’insanın aşılması gereken bir şey’’ olduğunu söyler, ulaşılması gereken
ise ‘’üstün-insandır’’. İnsan, hayvan ile üstün-insan arasında gerilmiş bir
iptir. Zerdüşt buna inanır. Ve bu düşüncelerini anlatmak için Pire’ye inen
Sokrates edasıyla, dağdan şehre doğru yolculuğu başlar, amacı insana ‘’kendini
aşmayı’’ öğretmektir, artık Zerdüşt’ün Çağı gelmiştir, herkesin insanı
kurtarmak için fikirler sunduğu bu zamanda Zerdüşt’ün de söyleyecekleri vardır
elbet.
III)Ubersmench ya da Kim Üstün-insan Olmaya Layıktır?
Asıl konumuza
gelmeden önce işleyeceğimiz son başlığımızdayız. Amacımız burada herhangi bir
‘’üstün-insan’’ın nasıl olacağını belirlemek değil, aslında fark edilmeyeni göz
önüne çıkarmak. Fark edilemeyen ise, aslında her görüş ve düşünce sisteminin
bir üstüninsan modeli çizdiği. Yani Nietzsche’nin görüşlerini yargılamadan
önce, ondan önce neler olmuş bir göz gezdirmeliyiz.
gelmeden önce işleyeceğimiz son başlığımızdayız. Amacımız burada herhangi bir
‘’üstün-insan’’ın nasıl olacağını belirlemek değil, aslında fark edilmeyeni göz
önüne çıkarmak. Fark edilemeyen ise, aslında her görüş ve düşünce sisteminin
bir üstüninsan modeli çizdiği. Yani Nietzsche’nin görüşlerini yargılamadan
önce, ondan önce neler olmuş bir göz gezdirmeliyiz.
Bir ülke hayal
edelim, böylelikle herhangi bir ülkeyi veya herhangi dini özellikle
yargılamamış ve tarafsızlığımızı sağlamış olalım. Bu ülkede de çeşitli
görüşlerden çeşitli gruplar bulunsun. Örneğin ilk başta bu ülkede bir
aristokrat veya oligarşik bir sınıflanma yapısı olsun. Bu tarz bir sınıfsal yapısı olan toplumda
elbette ki aristokrat-oligarşik sınıf, üst sınıftır, bu sınıfa ait her kişi de
elbette ki diğerlerine göre ‘’üstün olan’’ olacaktır. Çünkü bu kişi veya
kişiler toprak sahibidir, toplumun geri
kalanına göre daha eğitimlidir, daha kibardırlar, konuştukları dilden
giyimlerine kadar her şekilde toplumun geri kalanından ‘’daha üstün’’dürler.
Demek ki Aristokrasilerdeki üstün insan
modeli aristokratlardır. Daha sonrasında bu ülkede mutlak monarşinin hüküm
sürdüğünü düşünelim. Bu monarşide de üstün olan ‘’kral’’ olacaktır, ülke
topraklarının tek hakimi olarak bu üstünlüğü hak ettiği düşünülecektir. Tabii burada bu üstünlüğü soysal sebeplere
bağlayanlar kadar, bu görevin krala Tanrı tarafından verildiği için onun ‘’daha
üstün’’ olduğu düşüncesi de kendini gösterecektir.
edelim, böylelikle herhangi bir ülkeyi veya herhangi dini özellikle
yargılamamış ve tarafsızlığımızı sağlamış olalım. Bu ülkede de çeşitli
görüşlerden çeşitli gruplar bulunsun. Örneğin ilk başta bu ülkede bir
aristokrat veya oligarşik bir sınıflanma yapısı olsun. Bu tarz bir sınıfsal yapısı olan toplumda
elbette ki aristokrat-oligarşik sınıf, üst sınıftır, bu sınıfa ait her kişi de
elbette ki diğerlerine göre ‘’üstün olan’’ olacaktır. Çünkü bu kişi veya
kişiler toprak sahibidir, toplumun geri
kalanına göre daha eğitimlidir, daha kibardırlar, konuştukları dilden
giyimlerine kadar her şekilde toplumun geri kalanından ‘’daha üstün’’dürler.
Demek ki Aristokrasilerdeki üstün insan
modeli aristokratlardır. Daha sonrasında bu ülkede mutlak monarşinin hüküm
sürdüğünü düşünelim. Bu monarşide de üstün olan ‘’kral’’ olacaktır, ülke
topraklarının tek hakimi olarak bu üstünlüğü hak ettiği düşünülecektir. Tabii burada bu üstünlüğü soysal sebeplere
bağlayanlar kadar, bu görevin krala Tanrı tarafından verildiği için onun ‘’daha
üstün’’ olduğu düşüncesi de kendini gösterecektir.
İşte burada herhangi
bir grubuna ait dindar/muhafazakar grupların düşüncesine gelelim. Genellikle
dinlerin ya baştan belirlenmiş ya da sonradan o dine mensup kişilerce portresi
çizilmiş belirli bir ‘’üstüninsan’’ modeli vardır. Genellikle bu modelde
‘’üstün olan’’ kendini toplum hayatından soyutlayarak, kendisini tamamen
Tanrı’ya adamış kişilerdir. Bütün insani zevklerini törpüleyerek, ölümlü
dünyanın sıradanlığından ( belki de günahlarından ) kurtulmaya çalışan bu
kişiler, dinler için diğer insanlardan farklı ‘’üstün olan’’ insandır. Oysa
Nietzsche buna karşı çıkar. Din, Nietzsche’nin deyişiyle ‘’kişiliğin
değişime uğratılması’’, varolan bir şeyin şekil bozukluğuna uğratılmasıdır.
Nietzsche ‘’insanda yüce ve güçlü olan her şeyin insanüstü, insana yabancı
sayılması’’ndan dini sorumlu tutar. Bu ise ona göre zorunlu olarak insanın
kendisini ‘’küçültmesine’’ yol açmıştır.****
bir grubuna ait dindar/muhafazakar grupların düşüncesine gelelim. Genellikle
dinlerin ya baştan belirlenmiş ya da sonradan o dine mensup kişilerce portresi
çizilmiş belirli bir ‘’üstüninsan’’ modeli vardır. Genellikle bu modelde
‘’üstün olan’’ kendini toplum hayatından soyutlayarak, kendisini tamamen
Tanrı’ya adamış kişilerdir. Bütün insani zevklerini törpüleyerek, ölümlü
dünyanın sıradanlığından ( belki de günahlarından ) kurtulmaya çalışan bu
kişiler, dinler için diğer insanlardan farklı ‘’üstün olan’’ insandır. Oysa
Nietzsche buna karşı çıkar. Din, Nietzsche’nin deyişiyle ‘’kişiliğin
değişime uğratılması’’, varolan bir şeyin şekil bozukluğuna uğratılmasıdır.
Nietzsche ‘’insanda yüce ve güçlü olan her şeyin insanüstü, insana yabancı
sayılması’’ndan dini sorumlu tutar. Bu ise ona göre zorunlu olarak insanın
kendisini ‘’küçültmesine’’ yol açmıştır.****
Örneğin Marx’ta da
‘’yabancılaşmış’’ insan sorunu vardır. İnsan tarihsel süreç içerisinde özünden
uzaklaştırılmış, doğal halinden/ilişkilerinden uzaklaştırılmıştır. Özellikle
Kapitalizmin perçinlediği bu yabancılaşmanın çelişkili sınıf ilişkilerinin
ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağı söylenebilir. Sonuçta da
yabancılaşmadan kurtulan insan, elbette ki önceki halinden daha iyi olacaktır.
Fakat bu özüne dönmüş olan insan, birey olarak değil topluluk halinde bir
mücadelenin sonucu buna ulaşabilecektir. Tabii burada tartışılmasa da, Marx’ın
yabancılaşmadan kurtulmuş insanının bir ‘’üstün-insan’’ veya daha doğru
söylemek gerekirse ‘’üstün-insan topluluğu’’ olup olamayacağı da ayrı bir
tartışma konusu olacaktır.
‘’yabancılaşmış’’ insan sorunu vardır. İnsan tarihsel süreç içerisinde özünden
uzaklaştırılmış, doğal halinden/ilişkilerinden uzaklaştırılmıştır. Özellikle
Kapitalizmin perçinlediği bu yabancılaşmanın çelişkili sınıf ilişkilerinin
ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağı söylenebilir. Sonuçta da
yabancılaşmadan kurtulan insan, elbette ki önceki halinden daha iyi olacaktır.
Fakat bu özüne dönmüş olan insan, birey olarak değil topluluk halinde bir
mücadelenin sonucu buna ulaşabilecektir. Tabii burada tartışılmasa da, Marx’ın
yabancılaşmadan kurtulmuş insanının bir ‘’üstün-insan’’ veya daha doğru
söylemek gerekirse ‘’üstün-insan topluluğu’’ olup olamayacağı da ayrı bir
tartışma konusu olacaktır.
Ne derse desinler,
filozoflar ve aydınlar gelmekte olan felaketi önleyemediler. 19. yüzyılın
siyasi hamlelerinin ürünü olarak, 20. yüzyıl savaşlara gebeydi. Sömürge elde
etme yarışı, dost görünen ülkeleri birbirine düşman etmişti. Uzun yıllar Dünya
tarihinde ses getirememiş devletler, siyasi birliklerini tamamlamışlardı ve güç
dengesine dahil olmuşlardı çoktan. Bir yanda Avrupa’nın ‘’Üzerinde Güneş
Batmayan İmparatorluk’’u Büyük Britanya vardı, diğer yanda hırslı Almanya
İmparatorluğu. Dünyanın ipleri gerilmişti ve bu gerilen ipler; Doğu Avrupa’da
sıkılan bir kurşunla koptu.
filozoflar ve aydınlar gelmekte olan felaketi önleyemediler. 19. yüzyılın
siyasi hamlelerinin ürünü olarak, 20. yüzyıl savaşlara gebeydi. Sömürge elde
etme yarışı, dost görünen ülkeleri birbirine düşman etmişti. Uzun yıllar Dünya
tarihinde ses getirememiş devletler, siyasi birliklerini tamamlamışlardı ve güç
dengesine dahil olmuşlardı çoktan. Bir yanda Avrupa’nın ‘’Üzerinde Güneş
Batmayan İmparatorluk’’u Büyük Britanya vardı, diğer yanda hırslı Almanya
İmparatorluğu. Dünyanın ipleri gerilmişti ve bu gerilen ipler; Doğu Avrupa’da
sıkılan bir kurşunla koptu.
Birinci Dünya Savaşı
bittiğinde her şey bitti zannedildi. Arkasında binlerce ölü bırakan bu savaşın
ardından barış gelir diye düşünüldü. Ancak savaşı kazananlar o kadar açgözlü ve
o kadar hırçındı ki, yaptıkları ‘’barışın’’ yani bir savaş getireceğini
öngöremediler. Özellikle suçlu buldukları Almanya İmparatorluğu’nu barış ile
‘’cezalandırdılar’’. Fakat şu unutulmamalı ki, o anlaşmalar anlaşmayı imzalayan
kişilerden çok o savaşta yara almış, sıradan insanları etkilerdi. Yıkılan
Almanya İmparatorluğu sonrasında kurulan Weinmar Cumhuriyeti’nde de böyle oldu.
Ekonomik krizler, parçalanmış ülke
toprakları, toparlanamayan bir devlet her şeyden çok halkı etkiledi. Sonuç mu?
Vatansever duygular yerini ırkçı duygulara teslim etti, ayaklar altında ezilen
bir halk çareyi kendi ‘’üstünlüğünde’’ gördü. Alain Badiou’nun dediği gibi, ‘’kahramanlık
alanının paradigması savaş olmuştur.’’ Ve devam eder, ‘’ Fransız
İhtilali’nden önce kahraman figürü, bireysel savaşçıydı’’. Evet, gerçekten
de böyleydi. Ancak Napoleon ve beraberinde getirdiği fikirler bazı şeyleri
gerekli kılıyordu. Örneğin ‘’Milliyetçilik’’ fikri, bireysel bir savaşçıdan
çok, tehditler karşısında ‘’topyekun’’ yani millet olarak savaşma duygusunu
hissettirir. İşte o yıllara kadar kimsenin
bilmediği bir adam, Hitler,
ortaya çıktı ve Nazizm ideolojisi ile bir ülkeyi ‘’topyekün’’ halde savaşa
hazır hale getirerek, tüm dünyayı kasıp kavurdu. Artık ‘’Milliyetçilik’’ ile
‘’Irkçı-Faşizm’’ arasındaki o kıldan daha ince çizgi çoktan aşılmıştı,
insanları bekleyen ise bir kıyametti.
bittiğinde her şey bitti zannedildi. Arkasında binlerce ölü bırakan bu savaşın
ardından barış gelir diye düşünüldü. Ancak savaşı kazananlar o kadar açgözlü ve
o kadar hırçındı ki, yaptıkları ‘’barışın’’ yani bir savaş getireceğini
öngöremediler. Özellikle suçlu buldukları Almanya İmparatorluğu’nu barış ile
‘’cezalandırdılar’’. Fakat şu unutulmamalı ki, o anlaşmalar anlaşmayı imzalayan
kişilerden çok o savaşta yara almış, sıradan insanları etkilerdi. Yıkılan
Almanya İmparatorluğu sonrasında kurulan Weinmar Cumhuriyeti’nde de böyle oldu.
Ekonomik krizler, parçalanmış ülke
toprakları, toparlanamayan bir devlet her şeyden çok halkı etkiledi. Sonuç mu?
Vatansever duygular yerini ırkçı duygulara teslim etti, ayaklar altında ezilen
bir halk çareyi kendi ‘’üstünlüğünde’’ gördü. Alain Badiou’nun dediği gibi, ‘’kahramanlık
alanının paradigması savaş olmuştur.’’ Ve devam eder, ‘’ Fransız
İhtilali’nden önce kahraman figürü, bireysel savaşçıydı’’. Evet, gerçekten
de böyleydi. Ancak Napoleon ve beraberinde getirdiği fikirler bazı şeyleri
gerekli kılıyordu. Örneğin ‘’Milliyetçilik’’ fikri, bireysel bir savaşçıdan
çok, tehditler karşısında ‘’topyekun’’ yani millet olarak savaşma duygusunu
hissettirir. İşte o yıllara kadar kimsenin
bilmediği bir adam, Hitler,
ortaya çıktı ve Nazizm ideolojisi ile bir ülkeyi ‘’topyekün’’ halde savaşa
hazır hale getirerek, tüm dünyayı kasıp kavurdu. Artık ‘’Milliyetçilik’’ ile
‘’Irkçı-Faşizm’’ arasındaki o kıldan daha ince çizgi çoktan aşılmıştı,
insanları bekleyen ise bir kıyametti.
İşte bildiğimiz
manada çizgi romanların çıkışı da bu tarihlere denk gelir. Çizgi romanın atası
sayılan ‘’Yellow Kid’’ , doğal olarak şimdiki halinden çok uzaktı. Fakat
1930’larda daha bilimkurgu/fantezi türüne yönelen çizgi roman, sayı sayı
(fasikül) yayınlanmaya ilk defa bu
yıllarda başladı. Superman da bu yıllarda Shuster-Siegel ikilisi tarafından
oluşturulan bir karakterdi. Ama bir farkla. İlk defa 1933 yılında yayınlanan
‘’Reign of The Superman’’ hikayesinde Superman, kötü bir karakterdi. İşin ilginciyse
Siegel’in yaptığı bir açıklamada bu karakteri yaratırken ilhamlarını
Nietzsche’nin Ubersmench’inden aldıklarını söylüyorlardı. İşte bu noktada da
başka bir sorun ortaya çıkıyor. İngilizce kaynaklara baktığımızda Ubersmench
kavramının ‘’Overman’’ olarak çevrildiğini görüyoruz, fakat 1900’lü
yılların başında bu kavram ‘’Superman’’ olarak çevrilmekteydi, hatta
George Bernard Shaw’ın ‘’Man and Superman’’ eserinde de çevrimin bu
şekilde olduğunu görüyoruz. İşin tuhaf tarafı da önceleri kötü bir karaktere
ilham olmuş olan bu ad, 1938 yılında bildiğimiz Superman’in adı olarak
karşımıza çıkıyordu. Bu aslında birkaç sene içindeki dönüşümün basit bir
örneğidir.
manada çizgi romanların çıkışı da bu tarihlere denk gelir. Çizgi romanın atası
sayılan ‘’Yellow Kid’’ , doğal olarak şimdiki halinden çok uzaktı. Fakat
1930’larda daha bilimkurgu/fantezi türüne yönelen çizgi roman, sayı sayı
(fasikül) yayınlanmaya ilk defa bu
yıllarda başladı. Superman da bu yıllarda Shuster-Siegel ikilisi tarafından
oluşturulan bir karakterdi. Ama bir farkla. İlk defa 1933 yılında yayınlanan
‘’Reign of The Superman’’ hikayesinde Superman, kötü bir karakterdi. İşin ilginciyse
Siegel’in yaptığı bir açıklamada bu karakteri yaratırken ilhamlarını
Nietzsche’nin Ubersmench’inden aldıklarını söylüyorlardı. İşte bu noktada da
başka bir sorun ortaya çıkıyor. İngilizce kaynaklara baktığımızda Ubersmench
kavramının ‘’Overman’’ olarak çevrildiğini görüyoruz, fakat 1900’lü
yılların başında bu kavram ‘’Superman’’ olarak çevrilmekteydi, hatta
George Bernard Shaw’ın ‘’Man and Superman’’ eserinde de çevrimin bu
şekilde olduğunu görüyoruz. İşin tuhaf tarafı da önceleri kötü bir karaktere
ilham olmuş olan bu ad, 1938 yılında bildiğimiz Superman’in adı olarak
karşımıza çıkıyordu. Bu aslında birkaç sene içindeki dönüşümün basit bir
örneğidir.
Konumuzdan çok da
sapmadan Captain America’ya değinelim mesela. Kendisi Superman ile birlikte tam
bir ‘’üstün-insan’’ örneğidir. 1941 yılında yaratılan bu karakter, sadece bir
kahraman değildir; aynı zamanda bayrağını üzerinde taşıyan bir askerdir de. Fakat
bu asker sıradan bir insan mıdır? Tabii ki de hayır. Tıpkı Nietzsche’nin de
dediği gibi, insan eğer hayvan ile üstüninsan ile arasına gerilmiş bir ip ise,
sıradan bir insan olmayarak Captain America tam da ipin sonundaki kişidir. Aynı
zamanda bu kişi bir ‘’Amerika vatanseveridir’’. İnsanların nedense daha
çok uzun olmayan bir süre önce ‘’öcü’’ olarak gördükleri fikirleri,
yaşanan siyasi gerilimlerle beraber neden kabul edebilir hale gelmiş
bulunduklarından; hele 1941 gibi bir yılda Captain America gibi bir karakterin
çıkmasını çok da yadırgamamak gerek. Ayrıca şuan çok farklı bir hususa da
dikkat çekmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri bildiğiniz gibi tek bir
milletten oluşmaz, karma bir millet yapısı vardır. Bu yüzden milattan önceye
kadar dayanan sözlü gelenekleri/ kendine ait mitleri olmayan A.B.D.’nin de
‘’yapay’’ kahraman hikayelerine İkinci Dünya Savaşı’nda belki de herkesten çok
ihtiyacı vardı. Hele ki karşısında kendisini Roma İmparatorluğu’na dayandıran
iki düşman varken. Bu kahramanlar ya da kahramanlık hikayeleri de elde olan
herhangi bir kaynaktan edinilemediğinden, yaratıldılar. Örneğin Iwo Jima gibi kareler
***** hala kullanılıyor günümüzde de. Bunun yanında artık destan/efsane
yaratmak için de çok geç kalındığı düşünülünce, çizgi romanın bu iş için
kullanılabilecek güzel bir dal olacağı
düşünülebilir.
sapmadan Captain America’ya değinelim mesela. Kendisi Superman ile birlikte tam
bir ‘’üstün-insan’’ örneğidir. 1941 yılında yaratılan bu karakter, sadece bir
kahraman değildir; aynı zamanda bayrağını üzerinde taşıyan bir askerdir de. Fakat
bu asker sıradan bir insan mıdır? Tabii ki de hayır. Tıpkı Nietzsche’nin de
dediği gibi, insan eğer hayvan ile üstüninsan ile arasına gerilmiş bir ip ise,
sıradan bir insan olmayarak Captain America tam da ipin sonundaki kişidir. Aynı
zamanda bu kişi bir ‘’Amerika vatanseveridir’’. İnsanların nedense daha
çok uzun olmayan bir süre önce ‘’öcü’’ olarak gördükleri fikirleri,
yaşanan siyasi gerilimlerle beraber neden kabul edebilir hale gelmiş
bulunduklarından; hele 1941 gibi bir yılda Captain America gibi bir karakterin
çıkmasını çok da yadırgamamak gerek. Ayrıca şuan çok farklı bir hususa da
dikkat çekmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri bildiğiniz gibi tek bir
milletten oluşmaz, karma bir millet yapısı vardır. Bu yüzden milattan önceye
kadar dayanan sözlü gelenekleri/ kendine ait mitleri olmayan A.B.D.’nin de
‘’yapay’’ kahraman hikayelerine İkinci Dünya Savaşı’nda belki de herkesten çok
ihtiyacı vardı. Hele ki karşısında kendisini Roma İmparatorluğu’na dayandıran
iki düşman varken. Bu kahramanlar ya da kahramanlık hikayeleri de elde olan
herhangi bir kaynaktan edinilemediğinden, yaratıldılar. Örneğin Iwo Jima gibi kareler
***** hala kullanılıyor günümüzde de. Bunun yanında artık destan/efsane
yaratmak için de çok geç kalındığı düşünülünce, çizgi romanın bu iş için
kullanılabilecek güzel bir dal olacağı
düşünülebilir.