İnceleme: Yargıç Dredd #2

 

İlk sayısıyla gerçekten dolu dolu bir giriş yapan Yargıç Dredd, açıkçası ilk sayıdan beklentiyi oldukça yükseltti. Sayıların yazarı Duane Swierczynski’nin kaleminden çıkan farklı sayılara baktığımızda The Immortal Iron Fist, Punisher, Cable ve Deadpool: Wade Wilson’s War gibi işleri de görüyoruz zaten. Ayrıca yazdığı araştırma kitaplarında suç-suçlu konularına eğildiğini ve keza romanlarda da böyle olduğunu görüyoruz. Anlayacağınız yazar konusunda da beklenti ister istemez yüksek oluyor. Peki ikinci sayı bu beklentiyi karşılıyor mu? Karşılıyor. Bir yandan ilk sayıyla temelini attığı konuyu işlerken, diğer yandan altta yatan evren tasarımı ve toplum düzenini de tanıtmaya devam ediyor.

İlk sayı için dediğimiz gibi, Platon’dan esinlenen toplum düzeni ve toplumculuğa alttan alta getirilen eleştiriler var. İkinci sayıyla beraber, Platon’un sunduğu ideal düzenin aslında uygulamada pek bir işe yaramadığını-yaramayacağını anlatan ve ilk sayıda getirilen eleştiriye katkı sağlayacak hassas noktaların varlığından söz edebiliriz. Her sınıfın kendine ait olması gereken erdemi terk etmiş olduğunu görüyoruz. Yargıç Dredd’in ağzından, aslında yönetim kademesinin de yozlaşmış olduğunu, düzeni koruması gereken Yargıçların da yozlaşabileceğini duyuyor ve sonrasında kendimiz görüyoruz. Tabii şunu da unutmayalım, Platon için doğan her şey çürümek zorundadır, var olan her sistem yozlaşma potansiyelini taşır ve hatta yozlaşır. Tabii yozlaşmaması için belirlediği yöntemler var fakat biz şimdilik daha çok ‘’olana’’ bakmayı tercih edelim.

Bu temelde, okuduğumuz aslında bu yozlaşmaya direnen Dredd’in hikayesi. Tıpkı –eğer gerçekten yaşadıysa- Sokrates, Platon, Ibn Rüşd ve birçok toplumcu düşünürün de dile getirdiği ve katılacağı üzere, sistemin varlığını devam ettirebilmesi için toplumsal birliktelik de gerekecektir, en azından belki büyük çoğunluğunun birlikteliği. İşte sayıdaki kırılma noktası da bu, daha ilk sayıdan başlayarak ikinci sayıya taşan ve hatta ikinci sayıdan anladığımız kadarıyla, şehrin bloklara bölünmüş olması durumuyla karşılaşmamız bunun habercisi, toplumsal bir birliktelik söz konusu değil yani sitemin olması gereken en önemli unsuru yok. Ve tam da burada sayının içinden alıntı yaparsak; ‘’Ve blok savaşları başladığında ortaya her zaman…yargıçlar çıkıyor.’’

 

İşte bu noktada yazar, bu birlikteliği sağlaması gereken unsurun da yozlaştığını göstermek için yazıyor bu sayıyı aslında, yani karşıt argümanı yok etmek amacı güdüyor, alternatif yolların önünü tıkıyor bilinçli –ve akıllıca- bir şekilde. Hikayenin sonunda da oldukça eleştirel bir şeyi gerçekleştiriyor, suçsuz bir yargıcın zihni bir droide nakledilerek, yaşam hakkının, görevden daha az değerli olduğu bir sistem getiriyor karşımıza, ki ben bunun zaten okuyucuya fark ettirilmesi amacıyla yapıldığını düşünüyorum. Yazarın amacı bu durumu olumlamak değil aksine zihinde eleştiri yapılması için bir parantez açmak. Yine sistemi eleştirmek için yapılan ikinci bir durum –hatta gönderme- de, bir bloğun isminin Theodore Nugent Bloğu olması. Theodore Nugent yani bilinen ismiyle Ted Nugent, ülkesinde adından bir hayli bahsettiren bir isim ama müziği değil daha çok siyasi çıkışlarıyla. Mesela bu çıkışlardan sadece iki tanesine örnek verecek olursak, bir açıklamasında ‘’All men are not created equal’’ demiş ve bir diğerindeyse ‘’I’ll show you some security and I’ll show you some peace: Nagasaki and Hiroshima. You fuck with us and we’ll fucking melt you’’ diyerek aşırı sağcı ve ırkçı tutumunu göstermiştir, göçmen karşıtlığını da dile getirmekten pek çekinmemiştir. İşte bu ismin bir bloğa verilmiş olmasıyla hikayenin mekanı hakkında da kesin ve net bilgilere ulaşmış oluyoruz. Yazar, baştan aşağı kokuşmuş düzeni tek bir sayıyla betimleyerek ilk sayının ardından yapması gerekeni pas geçmeyerek okuyucuyu en temel şekilde bilgilendirmiş oluyor.

Konu isimlerden açılmışken, sayı içinde geçen Eddie Muller ve Jane Windsor Totter isimleri. İlk önce Jane Windsor isminden başlayalım, bulabildiğim en yakın seçenek, bir dönemin özellikle suç dizilerinde oynamış olan bir isme gönderme yapılmış olduğu, bu diziler içinde de 21 Jump Street, L.A. Law ile  Murder, She Wrote’u görüyoruz. İkinci ismimiz olan Eddie Muller ise direkt, dolaysız bir gönderme. Amerikalı bir yazar olan Muller, daha çok filmler üzerine yazdığı kitaplarıyla tanınıyor, kara filmler üzerine yazdığı kitaplarıyla –ki James Ellroy kendisini ‘’The Czar of Noir olarak adlandırır-… Yazarın bu iki ismi kullandığı hikayeyi, daha başlarken bir kara filme benzetmesi ve hikayenin bir suç mahallinde başlaması gibi detaylar da cabası.

Böylelikle sayı üzerine yazılabilecek her şey de yazılmış oluyor. Bireysel manada, içinde yazılanlara katılıp katılmama durumunu bir kenara bırakırsak, sayının dolu dolu geçmesi, düşünsel faaliyete katkıda bulunması açısından beğendiğimi söyleyebilirim. Ayrıca Türkçe baskılarında da işçilikleri fazlasıyla beğendiğimi ilk sayıda belirtmiştim, bu sayıda aynı görüşüm devam ediyor. Bir sonraki sayı için elbette Prestij Kitap’ı bekliyoruz, bir sonraki incelemede görüşmek üzere, hoşçakalın.

Yorumlar