Okumalar: Judge Dredd (1995)

 

 

Faşizm nedir? Bu soru cevap verilmek için sorulmadı, aksine bu soruya her birinizin farklı cevap vereceği bilinerek soruldu. Elbette bu ideolojinin de belli bir teorisi var ancak teori ile pratik birbirinden çok farklı ve ideolojinin vaat ettiği ile gerçekleşen arasında farklılıklar olduğundan genellikle yapılan tanımlar teorinin haricinde ve uygulamaya dönük tanımlardır. Yani herhangi bir olayı Faşizm olarak adlandırırken teorisine göre değerlendirerek değil tarihsel süreç içerisinde örnek teşkil eden uygulamaları göz önünde bulundurarak tanımlamalar ve bu adlandırmayı yaparız. Yine çok yapılan hatalardan biri de bu ideolojiyi doğrudan ırk-kan-soy konusuyla beraber düşünmek, bu tabii ki yanlış, tıpkı Sosyal Darwinizm –ki bu adlandırma da yanlıştır çünkü bu teori ortaya atıldığında Darwin daha Türlerin Kökeni adlı kitabını çıkarmamıştı bile- konusunu da böyle düşünmemiz gibi. Çok daha basit bir açıklama yapalım, aslında bir şeyi faşizm olarak adlandırırken esas kastettiğimiz otoriter veya totaliter tutumlardır. Yani günlük hayatta, Dünya veya herhangi bir ülke üzerinde hiç fark etmez, belli sayıda insanı bir araya toplayabilecek her şey faşizm kavramı ile ilişkilendirilebilir hale gelmiştir, örneğin ekofaşist terimi gibi. Ki bunun için Roger Griffin, Marksistleri sorumlu tutmaktadır ve yine onun söylediği gibi terimin tam tanımını yapabilmek pek mümkün değildir, üzerinde uzlaşılmış bir tanım da yoktur.

Faşist teorinin ilk çıktığı ülke İtalya ve ideolojiyi metne döken kişi de hukukçu Alfredo Rocco. Faşizmin Siyasal Doktrini Üzerine adlı yazısında uzun uzun açıklanmış olsa da filmi incelemeden önce birkaç ufak alıntı yapmak sanıyorum faydalı olacaktır; ‘’Faşizmdeyse toplum amaç, birey ise araçtır ve faşizmin bütün ömrü bireyleri kendi toplumsal amaçları için araç olarak kullanmakla geçer. Böylelikle idam cezası gibi, bireyin üstünlüğü adına  liberalizm tarafından kınanan kurumu ve uygulamaları kabullenebilir ve açıklayabiliriz’’ dedikten sonra ilerleyen satırlarda da şunu yazar; ‘’…Faşizm devletin hakkı ve bireylerin görevi sorunuyla doğrudan yüz yüze gelir.’’

Haklar, görev/ödev kavramları ve nihayetinde hukuk demişken hatta İtalya sınırlarından da çıkmamışken, hukuk deyince aklımıza Roma İmparatorluğu ve Roma Hukuku geliyordur sanırım. Roma İmparatorluğu kendinden
sonraki birçok imparatorluğu ve hatta lideri etkileyerek her zaman ‘’ulaşılması gereken hedef’’ konumunda bulundu, gücün doruğu olarak görüldü. Her antik uygarlıkta olduğu gibi bir mitolojiye de sahip, hukuku ve ünü haricinde Yunan mitleriyle fazlaca örtüşen karakterlerden oluşan bu mitolojide, Janus adındaki tanrı oldukça ilgi çekicidir. Kendisi pek çok manayı içinde barındıran bir tanrı olarak, özünde koruma görevini üstlenmiş bir tanrıdır. Heykellerde de göreceğiniz gibi birbirinden zıt yönlere bakan iki başlı bu tanrı, kent kapılarının tanrısıdır ve giriş-çıkışları gözlediği-koruduğu düşünülür. Savaş-barış, geçmiş-gelecek, başlangıç-son, aydınlık-karanlık gibi anlamları da içinde barındırdığı söylenir, özellikle çizgi romanda kendi ismiyle olmasa da temsili karakterlerle bol bol gördüğümüz bir karakterdir.

Filmimiz Judge Dredd ise özgürlük-faşizm-otoriteryanizm-totaliteryanizm konuları üzerinde konuşmak için oldukça elverişli bir ortam yaratıyor bize. Filmde Mega Şehir yönetimini belli bir konsey gerçekleştiriyor ve bu konseyin esas amacı güvenlik, yani askeri bir rejim iş başında dememiz de mümkün. Ayrıca filmin başında izlediğimiz ilk beş dakika, filmin evreninde nasıl bir toplum yapısı olduğunu görmemiz için ayrılmış aslında. Şehrin kapısından girdiğimizher andan itibaren önce şehrin içinde yükselip sonra da tekrar geri inişimiz bu yüzdendir, keskin sınıf ayrımını ve abidevi yapıları görür ve hikayemize başlarız. Görüntüde, yasama-yürütme ve yargının tek elde yani Konsey’de toplandığını görüyoruz, daha doğrusu aksini gösterecek herhangi bir ayrı siyasi yapı yok, yani Platon’un toplum için öngördüğü tasarımı izleriz. Ama ne gariptir ki tam manasıyla Platon’a atfedebileceğimiz şeyler yoktur, film boyunca yönetmen sadece birkaç noktada göz kırpar, mesela filmin daha başında Fergie’nin gerçekten suçsuz olduğunu gördüğümüz halde Dredd ona yapması gerekeni söyler, madem ki Fergie suçsuzdur ve olaylarla bir ilişkisi yoktur, kendini kırkıncı kattan aşağı atmalıdır, Dredd bunun intihar olduğunu bilir ama sonuçta bu eylem gayet de yasaldır. Örneğin Platon da insanları haklarıyla değerlendirir, haklar ki aynı zamanda ödevlerdir, adalet de herkesin  üzerine düşeni yapmasıyla açıklanır. Bu konu zaten Faşizmin de temel konularından olacak ve tekrardan yorumlanacaktır. Anlayacağınız bu toplumda esaslı ödev, hiç değilse Dredd’in gözünde, yasalara tümüyle uyacak eylemleri gerçekleştirmektir.

 

Peki yönetim otoriter mi yoksa totaliter midir? Filmin ilk yarısında izlediğimiz rejim otoriter bir rejimdir, filmin anlattığı ikinci hikaye de budur, otoriter bir rejimin totaliter bir rejime evrilmesinin hikayesi. Gerçek siyasal hayata baktığınızda da bu hikaye mecburen böyle olmak zorundadır, çünkü bir rejimde önce iktidar ele geçirilir ve sonra rejim eğer değiştirilmesi başarılırsa o değişim yaşanır; basit bir örnekle açıklamak gerekirse, Hitler ilk önce Weimar Cumhuriyeti’nin iktidarını ele geçirerek otoriter bir  düzen kurmuş ve sonrasında Nazi Almanyası’nı yani totaliter rejimi hayata geçirmiştir. Tabii filmin bunu anlatacak kadar uzun süresi olmadığını düşünürsek, film bize baştan bir otoriter rejim sunuyor. Konsey otoriter rejimin devamından yana olsa da içlerindeki tek bir  üye totaliter rejim yanlısı olarak aralarından sivriliyor; Yargıç Griffin.

Peki otoriter rejim ile totaliter rejim arasındaki farklar nelerdir? Genellikle siyaset ile ilgilenen kişilerin aradaki farkları kolay kolay anlayamadığı bir konu, çok temel  bir şekilde anlatılabilecekken de fazlasıyla bulandırılan bir su. Öncelikle otoriter rejimlerde, rejimin amacı kamusal alanı düzenlemektir, sizin dört duvar içerisinde rejime zarar vermeyecek şekilde yaptığınız eylemler rejim için bir sorun teşkil etmez ancak evinizden çıktıktan sonraki her hareketiniz rejim için önemlidir. Totaliter rejimdeyse kişinin, hangi alanda olduğu fark etmez, her hareketi kontrol altındadır, sadece dışarıda değil kendi özel alanınızda da rejimin istediği gibi hareket etmek zorundasınızdır. Yine otoriter rejimde düzen esasken, totaliter rejimler özünde kaostan beslenirler, sürekli düşmanları olmalıdır ki toplumdaki tehdit algısı sürekli canlı tutulabilsin ve rejimin varlığının gerekli olduğu düşüncesiyle oluşabilecek herhangi bir toplumsal patlama önlenebilsin. Son olarak otoriter rejimlerde de totaliter rejimlerde de liderin rolü önemlidir ancak otoriter rejimlerde lider var olan rejimin yüzüdür, bir araçtır. Totaliter rejimlerdeyse her şey liderin etrafında şekillenir, liderin söylediği sözler kanundur, lider tartışılamaz fakat eğer rejim yıkılırsa ilk önce liderden intikam alınır. İşte bu yüzden Mussolini’nin cesedi bir meydanda sergilenmiştir. Tabii hemen belirtmek gerekiyor, bu iki rejim tipinin ortak yönleri farklı yönlerinden daha fazladır. İşte bu anlattıklarım filmin içinde Yargıç Griffin’in, Rico’dan kaos ve düzensizlik hali yaratmasını istemesi,  totaliter rejimlerin beslendiği korku ve şiddetin gerçekleşmesi içindir. Yine kendi aldığı kararları tartışmaya pek niyetli olmayan Yargıç Griffin’in ‘’farklı sesleri’’ yok etmesi de buna örnek olarak gösterilebilir, ayrıca Janus Projesi için yaratmayı hedeflediği ‘’tek tip’’ ordu da ikinci bir örnek. Emirlerini tartışmayacak bir orduyla, kendi deyimiyle en ufak cezayı bile idamla cezalandıracak bir sistem kuracaktır. İşte Alfredo Rocco’ya da bu noktada ulaşmış oluyoruz.

Şimdi size ilk okunduğunuzda matematik formülünden hallice bir faşizm tanımı sunalım; ‘’…Çeşitli permütasyonlarındaki mitsel nüvesini palingenetik türde popülist ultra-milliyetçiliğin oluşturduğu faşizm, bir siyasal ideoloji türüdür.’’

Bu tanım okuyabileceğiniz doğruya en yakın faşizm tanımı olacak muhtemelen. Tanımın sahibi Roger Griffin ve 1991 yılında çıkan Faşizmin Doğası adlı kitabında kendisinden önceki pek çok tanım ve sınıflandırmaya da yer veriyor. Ancak kendi yaptığı tanımlama ve çözümleme sanki filmin konusunu oluştururcasına paralellik taşıması açısından önemli, hatta Yargıç Griffin’in orijin hikayesini bilmesek isim babasının Roger Griffin olduğunu bile söyleyebilirdik. Tanıma dönecek olursak, tanımın en önemli terimi ‘’palingenetik mit’’ diyebiliriz. Çok basitçe buna ‘’yeniden doğuş miti’’ diyebiliriz ancak kavramın esaslı açıklamasını R. Griffin’e bırakalım; ‘’Palingenetik siyasal mitin kalbinde, çağdaşların tarihsel süreçte ani bir değişimi, doruk ya da dönüm noktasını yaşıyor ya da yaşamak üzere oldukları inancı yatar. Şimdi’de algılanan yozlaşma, anarşi, zulüm, adaletsizlik ya da çöküş, sebatkar bir cesaret ya da kasvetli bir karamsarlıkla katlanılması gereken değişmez olgular olarak değil, artık zirvesine ulaşmış ve bir dönemin sonu yaklaşırken yeni bir düzenin doğmakta olduğunun işaretleri olarak yorumlanırlar.’’

İşte bu düşünce Yargıç Griffin’in aklındaki düşüncelerle birebir  örtüşüyor. Özellikle, Mega Şehir’in içinde bulunduğu durum –isyanlar, kaynak kıtlığı- onun bu düşüncesinin de temel dayanakları oluyor. Ayrıca ilerleyen dakikalarda Janus Projesi’nin şifresini de öğreniriz; Origin. Aynı zamanda R. Griffin, böyle dönüşüm mitlerinin tipik yan mitinin ‘’yeni insan’’ ortaya çıkacağı olduğu ve bunun da ‘’kahramanlık miti’’ ilk örneğinin siyasallaşmış biçimi olduğunu savunur. Janus Projesi’nin de ortaya yeni bir insan-yeni bir yargıç ve de yeni bir kahraman ortaya çıkarma amacını da bu yolda düşünebilirsiniz elbette. Ve de diyebiliriz ki, Yargıç Griffin’in amacı palingenetik mite uygun bir biçimde, esas amacı kesinlikle restorasyon amaçlı olmayıp, çöküş sonrasındaki ‘’yeniden doğuş’’ yani yepyeni bir sistem kurmaktır. Tabii Rico’nun da amacı böyledir.

 

Ayrıca R. Griffin, Faşizmin kesinlikle seküler bir tutum içinde olduğunu savunur. Söylemlerde din kullanılıyor olabilir, dini simgelerden faydalanılıyor da olabilir ancak bu rejimin uygulamasındaki seküler tutumu değiştirmez, fakat bunun ‘’seküler din’’ olduğu söylemine de karşı çıkar. Fakat filmimizde Yargıç Griffin’in bu konuda tutumunun ne olacağını öğrenemesek bile, en azından kendisinin değiştirmeyi hedeflediği sistemin seküler din tadında uygulamaları olduğunu görüyoruz, peki bu düşüncenin göstergeleri neler? İlk başta Dredd’in elinde tuttuğu Mega City 1-Book of Law adlı kitabı tuttuğunda şunu söyler; ‘’Günün sonunda, karanlıkta tek başınızayken, tek önemli şey budur: Kanun’’ ve de Yargıç Fargo, Uzun Yürüyüş’e giderken de yanında silahla birlikte bir de kanun kitabı verilir. Yönetmenin bu hareketleri olumlayıp olumlamadığını ilk bakışta pek anlamayız ancak Lanetli Dünya’dan gördüğümüz ilk ve tek örnek olan ‘’dindarların’’ –Angel ailesi- da bizlere gösterilmesinin sebebi, seküler din yerine dini ideolojinin ikamesinin de istenmediğini belirtmek içindir. Peki yönetmen bu hareketleri olumlamakta mıdır? Totaliter rejimi onaylamadığı muhakkak, ancak ritüel haline gelmiş uygulamaları da göz ardı etmemek gerekir. Faşizmin en bilindik özelliklerinden birisi olan ritüellere örnek vermek gerekirse, mesela özel selamlaşmalar, geçit törenleri, sistemin kendisine has uygulamaları –filmdeki Uzun Yürüyüş örneğin- buna örnek olarak gösterilebilir. Hatta ritüellerin amacının toplumun gerçekle olan bağını koparmak olduğu yorumunu da kolaylıkla yapabiliriz. Ve bu ritüeller genellikle seküler din yorumlarına da hizmet etmektedir. Ancak yine de Yargıç Fargo döneminin daha yumuşak bir rejim olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerçek üzerine konuşabileceğimiz noktaya geldiğimize göre, biraz Mega Şehri ve Lanetli Dünya üzerine yorum yapalım, hem de Platon üzerinden. Kaçıncı defa bahsettiğimiz hakkında bir fikrim yok ancak Platon’un mağara alegorisi tekrar karşımıza çıkmaktadır, Lanetli Dünya ile Mega Şehir arasındaki ilişki bu yolla açıklanır. İsterseniz tekrardan alegoriyi anlatmayarak, direkt alegorinin sonucu ile bağlantı kuralım. Alegorinin sonucunda, mağaradan çıkan insan, hem gerçek insanı hem de hakikati temsil eden Güneş’i görür. Filmimizde suça boğulmuş olan Mega Şehir de aslında Lanetli Dünya içinde bir mağaradır dersek yanılmayız ve daha başlangıçta gökyüzünden aşağıya indikçe bile –Güneşten uzaklaştıkça- hakikatten uzaklaşırız, Heavenly Haven’da kendimizi buluveririz ancak ismiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir bloktur burası. Ancak alegorinin esas göstergesi, Yargıç Fargo emekli olup Uzun Yürüyüş’e çıkarken kapılar açıldığında içeriyi ışık doldurduğu ve diğer yargıçların da yüzlerini ışığın geldiği yönün tersine çevirdiği sahnedir. Işığın tersi yöne yüzlerini dönüyor olmaları da hakikati reddedişe elbette yorulabilir, zaten içerideki yaşamın dışarıyı reddettiği de bir gerçektir.

İşte gerçeklerden kopan toplum, otoriter bir rejimden totaliter bir rejime evrimle öyküsü derken, karakterlere biraz daha yakından bakma zamanı geldi. Başlangıç olarak Yargıç Griffin’den başlayabiliriz ve Griffin, Faşizm düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş bir hali olarak karşımıza çıkar. Aslında çok ayrı bir tartışma konusu olsa da, Faşizm-Nazizm ayrımını da burada yapmak gerekir. Birçok yazar tarafından ve gündelik dil kullanımında Faşizm-Nazizm ayrımı yapılmayarak, ikisinin bir potada eritildiğini görüyoruz. Tabii Roger Griffin’e sözü bırakacak olursak iki önemli husus hakkında bilgi sahibi oluruz; ‘’Ancak faşist ideolojide ütopyacı boyutun ağır basmasının siyasal bir güç olarak onu ciddi bir biçimde sınırlayan iki önemli pratik sonucu vardır. Birincisi, palingenetik ultra-milliyetçilik nüvesel miti, ’yüzeydeki’’ düşünceler ve politikalar açısından çok sayıda yorumsal nüansa Marx öncesi sosyalizmden bile daha açık olduğu için, aynı siyasal kültür içinde dahi yarışan akım ve hiziplerin oluşturduğu geniş bir yelpaze barındırır’’ ve de ’’…İkincisi, kitleleri ya da halkı bir ölçüde cezbedebilmesi için, muhalif bir ideoloji olarak faşizmin ortamını bulması sadece milliyetçi kriz ikliminin –sosyal, ekonomik, siyasal ve psikolojik faktörlerin bileşiminden meydana gelir oluşmasıyla mümkündür’’ bilgilerini aldıktan sonra Yargıç Griffin’in yöntemini daha rahatlıkla kavrar ve de ilk verdiğimiz bilgiye dayanarak da Rico ile ilişkisini anlamış oluruz. Filmde gördüğümüz üzere Yargıç Griffin’in yaratmaya çalıştığı ortam bir milliyetçi kriz iklimidir. Ek olarak belirtmek gerekirse, Faşizm, uygulandığı dönemde göstermiştir ki en küçük eleştiriye dahi oldukça tahammülsüz bir tutum içine girer ve aynı zamanda çoğulculuk da yoktur, Yargıç Griffin’in iktidarı ele almak için yaptığı son şeyin Konsey’in diğer üyelerini öldürmesini böyle okuyabiliriz. Hizip mevzusuna gelecek olursak, ‘’aynı siyasal kültürden’’ gelen Rico ve Griffin’in hizipleşmesine de tanıklık ederiz. İşte burada da Faşizm-Nazizm ayrımına geliriz ve Nazizm, birçok akademik araştırmanın konusu olarak ‘’daha ırkçı’’ olarak nitelenir, kana-ırka dayalı propagandalar zaten çok yaygındır. Janus Projesi de en iyi yargıçların DNA örnekleri ile yeni ve seçkin bir koruma gücü oluşturmayı hedefler ancak Rico’nun amacı ‘’kendi kanından’’ yepyeni bir toplum yaratmaktır. Böylelikle filmin temel bir Faşizm-Nazizm ayrımı yaptığını ve gündelik kullanımın yanılgısına düşmediğini görürüz. İşte bu yüzden Rico da Nazizmin vücut bulmuş halidir.

Kendi kanından yeni bir toplum yaratmak isteyen Rico, propagandanın da gücünü kullanmaya çalışan bir karakterdir. Yargıç Griffin ile diyalogu esnasında bir anda kontrolünü kaybetmişçesine konuşması, Hitler’in milyonların karşısında kendini kaybederek konuşması gibidir ve hatta bu konuşma esnasında kendisini ‘’yeni bir başlangıç’’ olarak bile tanımlar, ki bu da palingenesis kavramına bizi tekrardan götürür. Ayrıca filmin ilerleyen noktalarında kendisinin Janus Projesi’nde üretilmiş bir insan olduğunu öğreniriz ama kendisi tek değil, Dredd de aynı şekilde üretilmiştir ve teoride ikisi kardeştir, aynı yargıçların DNA örnekleriyle üretilmişlerdir. Peki neden Rico, Dredd’i ortadan kaldırmak istemektedir, hem de aynı kanı taşımalarına rağmen? İşte bu noktada da Weimar Cumhuriyeti’nden Nazi Almanyası’na giden süreçte, Hitler’in kendisine muhalif olabilecek herkesi tek tek hapsettirmesi veya ortadan kaldırmasını hatırlarsak, yöntemini nereden aldığını da anlamış oluruz. Fakat, aynı DNA örneklerinden üretilmiş olmaları karşımıza yeni sorular da çıkarır.

Aynı kaynaktan gelerek apayrı insanlar olmaları ne demek anlamına gelir? Bir yanda hayatı için kanunları mahveden Rico, diğer yandan kanunlar için hayatını mahveden Dredd… Madalyonun iki yüzü, Janus Projesi, iki farklı kutup-yön… Fakat genetik manada birebir aynı olan bu iki karakterin, bir şeyleri farklı yorumladığı çok açıktır. Rico’yu Nazizm ile ilişkilendirdiğimize göre, Nazizm’in neyin bir yorumu olduğunu öğrenmek gerekir. Uzatmadan söylemek gerekirse Hitler, hiç gizlemeden birçok yerde Nietzsche’den etkilendiğini dile getirmiştir, birçok yazar da Nietzsche’nin üstün-insan fikrinin Hitler’in aryan ırk-üstün ırk düşüncesini etkilediğini savunmaktadır fakat bu yorumlar yapılırken genellikle Nietzsche de olumsuz tavırdan nasibini alır. Kısacası iyi ve kötü karakterin ikisi de üstün-insan kavramının birer yorumudur.

 

‘’Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır; kimine göre de hasta kişilerden kaçıştır’’ der Nietzsche. Filmin en başından ele alalım, hem Rico’nun hem Dredd’in aslında yalnız insanlar olduklarını görürüz. Yargıç Hershey’in Dredd’e ‘’Hiç kimse tüm zamanında yalnız olamaz… Senin arkadaşın olmadı mı?’’ diye bir soru sorar ve fark ederiz ki Dredd’in kaçışı hasta kişilerden kaçıştır, yani suçtan ve suçlulardan. Zaten Hershey’in bu soruyu sormasındaki amaç da budur, Dredd’in yalnızlığının hangisi olduğunu öğrenmek. Rico’nun yalnızlığı ise hastanın kaçışıdır diyebiliriz böylelikle. İlerleyen dakikalarda yukarıda bahsettiğimiz Angel ailesi için de sıra gelir. Fakat onlardan bahsetmeden önce, Nietzsche’nin ‘’iyi’’ kavramından bahsetmek gerekir, kendisinin iyi tanımı oldukça sıra dışıdır, iyi kavramını soylu kavramına eş görür, soylunun davranışları da iyi olan davranışlardır. Bu aristokratik değerleri yaratanlar da Nietzsche’nin deyimiyle ‘’şövalye aristokrasisi’’ ya da ‘’savaşçı soylular’’olup bu sınıfın karşısında da rahipler yer alır ve rahip insanları örgütlemek ve bir arada tutabilmek için günah, lanetlenme ve suçluluk gibi kavramları kullanır; ‘’Rahip, hastanın, kendisi de hasta olan doktorudur’’ ve ‘’yalnızca acının kendisiyle, acı çekene verdiği rahatsızlıkla savaşır, acının nedeniyle, gerçek hastalıkla değil’’ yani amaç görünür haldeki acıyı dindirmektir. Fakat köle ahlakının bir noktadan sonra vazgeçilmezi olan dinler, aynı zamanda büyük bir sopadır da, ruhu kemirir çünkü dinlerin gözünde insan günahkar bir varlıktır. Nietzsche, Tanrının ölümünden sonra bu boşluğu doldurmak için ortaya çıkan dinleri kesinlikle desteklemediği gibi, baştan çürük olan bir ahlakı yani köle ahlakını temsil ettiği için de hedef tahtasının tam ortasına yerleştirir. İşte filmimizde de ölen Tanrının, savaşçı soyluların ve rahiplerin temsilleri var. Savaşçı soylular kolayca tahmin edilebileceği gibi yargıçlar, rahipler de Angel ailesidir. Peki ölen Tanrı kimdir? Tabii ki ‘’Kör Kadın’’ olarak filmde çok kısaca bahsi geçen ‘’adalet’’ sembolüdür ve Yargıç Fargo şöyle bir cümle kurar; ‘’Adaleti asla onun ellerinden almamalıydık.’’

Yine Nietzsche, bir kavramdan daha bahseder, Tartüfçülük dediği kavram aslında pratikte hepimizin şahit olduğu bir kavramdır ve Moliere’nin eserindeki kahraman Tartuffe’den esinlenmedir; ikiyüzlülüğün dindarlık üzerinden yapılması. Tartuffe, görünüşte dindardır ancak aslında sahtekarın tekidir ve bunun benzeri bu filmde de karşımıza çıkmaktadır. Angel ailesinin elinden kurtulmak isteyen Fergie’nin sergilediği davranışın adı Tartüfçülüktür. Nietzsche bahsini kapamadan önce son olarak, tamamen yorumlama konusu olabilecek bir sözü var; ‘’Eyleme iyi diyenler, eyleme maruz kalanlar değil, eylemi gerçekleştirenlerdir’’ diyen Nietzsche ile Dredd’in ‘’Bunu söyleyeceğini biliyordum’’ cümlesi arasında bir ilişki olması mümkün, çünkü bu sözü genellikle suçluların suçsuz olduğunu iddia etmesi, alınan kararı beğenmemesi üzerine cevap olarak söylemektedir, yani Dredd zaten ‘’eyleme maruz kalan suçluların’’ o kararı beğenmeyeceğini veya reddedeceğini biliyordur. Fakat Fergie’nin deyimiyle ‘’şiirsel adalet’’ yoluyla bu düşüncesi değişmiş olacak ki, filmin sonunda bu cümleyi olumsuz manada kullanmaktan da vazgeçmiştir.

Bitirirken, Dredd-Hershey ve Rico-Dr. Ilsa Hayden ikililerine değinelim. Ilsa’dan başlayacak olursak, kendisinin adı Ilse Koch’tan gelmektedir ve Ilse Koch da Nazi Almanyası döneminin en meşhur psikopatıdır, zaten bu yüzden popüler kültürde pek çok kez kendi adından esinlenen kadın karakterleri de görürüz. Yargıç Hershey içinse filmin kahramandan rol çalan karakteri desek yeridir. Ancak söylenebilecek esas husus, bu filmde kadın karakterler, çizgi roman uyarlamalarının genelinin aksine güçlü bir profil çiziyorlar. Çizgi roman uyarlamalarının vazgeçilmezi olan ‘’kurtarılması gereken kadın’’ yerine gayet tek başına da varolabilen ve de olması gerektiği biçimde erkeklerle eşit kadınlar görmek filmi çekildiği yılın ötesine taşıyor aslında. Son olarak, Dredd değişti diyebilir miyiz? Aslında bu ucu açık bırakılmış bir konu, ancak tüm şehre hakim bir tepeden şehri izliyor oluşu –Nietzsche’nin yükseliş üzerine söylediği söze atıfla-, hiç değilse üstün-insan niteliğinden vazgeçmediği anlamına gelir diyebiliriz, üstün-insan olmaktan kopmayarak ne kadar değişmiş olabileceği ise bizim hayal gücü ve yorumlarımıza kalan bir durum.

Yorumlar