Okumalar: Iron Man 2 (2010)

 

 

İlk film bitmeden önce Obadiah Stane, Tony Stark’a mini ark reaktörünün, yeni silahların kalbi olacağını söylemişti, yönetmen öyle bir sahne tercihi yapmıştı ki, Tony zaten bunu ne olumsuz ne de olumlu kılacak tek bir laf edememiştir. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu anlamak ise bu filmle mümkün oluyor. Çünkü filmin işlediği konulardan bir tanesini ve en önemlisini oluşturuyor. Ayrıca bu film direkt felsefi çıkarımlar yapmaktan çok, siyasi yorumlamaları mümkün kılıyor. Hemen her filmden siyasi yorumlar çıkarmak mümkün, ancak yaptığı atıflarla öylesine yoruma açık alanlar bırakılıyor ki, bir an kendinizi siyasi belgesel izlermiş gibi bile hissediyorsunuz.

Peki Iron Man zırhı gerçekten Obadiah’ın –ve filmde mahkemeyi yöneten Senatör Stern’in- bahsettiği gibi bir silah mı yoksa Tony’nin bahsettiği gibi bir ileri teknoloji protez mi? Ton için silahın tanımı değişir, Jean Paul Sartre’nin de dediği gibi; ‘’İnsan ilk önce varolur, ortaya çıkar, sahnede görünür ve ancak ondan sonra kendisini tanımlar’’ sözünden hareket edersek, Tony Stark kendini ilk filmde ‘’Ben Iron Man’im’’ diyerek bir ilk tanımlamaya zaten girişir, ikinci tanımlamaysa mahkeme salonunda olur ve ‘’Ben Iron Man’im. Zırhım ve ben bir bütünüz’’ diyerek aynı tanımlamasına devam ettiğini de gösterir. Ama ondan önce fuar alanında yaptığı konuşmada üç şey dikkat çeker; ilk olarak ‘’kesintisiz Dünya barışı’’ sonra ‘’Anka Kuşu metaforu’’ ve son olarak da ‘’gelecek kuşaklara bırakılacak miras’’ ve bu üçüyle birlikte biz de filmin bize verecekleri hakkında temel bilgilere kavuşmuş oluruz.

Anka Kuşu bu noktada iki şeyi simgeler filmde; Tony ve ülkesini. Tony’nin küllerinden yeniden doğuşunu ilk filmde açık bir şekilde görüyoruz, hatta Yinsen’in deyişiyle ‘’yürüyen ölü’’ olan Tony’nin mini ark reaktörüyle yaşayan bir nükleer santrale dönüşünü de görüyoruz. Filmin daha jeneriğinde ‘’Demir adam doğu-batı ilişkilerinin dengeye oturmasını sağladı’’ manşetini görürüz, bu da bizi ikinci kanaate götürür, o da Iron Man kostümü ile güç yarışında dengelerin değişmesidir, doğu tehdidine karşı artık bir de Iron Man vardır. Yalnız bu döngü her zaman Tony’nin peşinde de olacaktır. Kesintisiz Dünya barışı içinse, Tony bir sıralama belirlemiştir, kutlama alanında kesintisiz Dünya barışı olarak adlandırsa da, mahkeme salonunda önce Amerika’nın güvenliğini sağlamak –ve hatta nükleer kalkanı olmak- ve sonra barış ortamını sağlamış olmaktan dem vurur. Peki Dünya barışını nasıl sağladı, ilk dediğim noktayla, dengeyle. Ancak bu da bizi Soğuk Savaş yıllarına geri götürür, iki gücün dengesi demek barış demek midir? Ayrıca yine Kant’ın ‘’Ebedi Barış’’ tezine yolumuz düşer, ki o metinde daimi orduları kaldırmaktan bile bahsedilirken,  filmde bu reddedilerek silahlanmanın ve silah teknolojisinin barış üzerinde pozitif etkisi olacağı kanısına ister istemez seyirciyi ulaştırır.

 

 

Ama filmde Iron Man zırhının-teknolojisinin sadece tek elde olması bir denge unsuru değildir aslında, silahın doğru elde bulunmasıdır, işte bu yüzden mahkeme salonunda Kuzey Kore ve İran’ın da aynı teknolojiyi keşfetmeye çalıştığını bu yüzden izleriz. Bu güçten çok tehditlerin bir dengesidir en başında ve Ivan Vanko da birden aklımıza gelir çünkü aynı teknoloji –artık- onda da vardır. A.B.D. hükümetini, ordusunu ve halkını teknolojiye erişilmeyeceği konusunda ikna ederek zırhı elinde tutan Tony elbette zora düşecektir ancak Monaco sahnesine kadar vaktimiz vardır. Bu yüzden Ivan Vanko’ya geri dönebiliriz. Nasıl ki James Rhodes orduyu temsil ediyorsa, Ivan Vanko da Rusları temsil ediyor. Babası ve kendisinin karanlık geçmişlerinden bilinen noktalarsa casusluk ve hırsızlık, bir de Ark Reaktörü Projesi. Vanko ise kinci, kıskanç ve çıkarcı olarak resmediliyor ve aynı zamanda da filmin sonu itibarıyla her an arkadan vurmaya da hazır olmakla beraber kibarlıktan da pek nasibini almamış. Tek başına Ivan Vanko’da can bulan koskoca bir nüfus ve politika çıkarımı bunlar aslında. Ayrıca babası Ivan’a, ‘’Onun yerinde sen olmalıydın’’ derken özünde neyin temennisinin yattığını da bununla beraber düşünebilirsiniz. Ya da hem Justin Hammer’ın hem de Tony’nin, Ivan’a sürekli bir ‘’ölü adam’’ hatırlatması yapmasını aynı şekilde okumanız mümkün.

Soğuk Savaş, 1940’ların sonunda başlamış gibi dursa da esas başlangıç Kore İç Savaşı yani 1950’lerin başına tekabül eder ve yaklaşık kırk sene yani Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar sürer –ki 1940’lardan alsak da Sovyetler Birliği 1980’lerde çöküş sürecine girdiğinden yaklaşık aynı süreye tekabül eder-. Ne demiştir Ivan? ‘’Babanın aileme 40 yıl boyunca yaptıklarını ben sana 40 dakikada yapacağım’’ ancak bir kahramanı kendi evinde yenmek oldukça zordur, Hammer’in Tony’i evinde yenmek istemesi, Ivan’ı da ülkeye getirmesi bunun içindir, bu ülke Stark’ın evidir, film de zaten onun filmidir. Ivan üzerinden yapılan göndermelere devam edersek, son sahnelerde artık Stark’ın –eski- teknolojisine kavuşan Ivan, ürettiği robotlarla Stark’a saldırırken fuar alanının tam ortasında bulunan Dünya heykeline dikkat ettiniz mi? Iron Man ona zarar vermeden içinden geçerken robotlar heykele çarpıyor ve yok ediyorlardı, mesaj gayet açık ve net. Ayrıca mahkeme sahnesinde James Rhodes’in, Iron Man’i –hiç değilse zırhı- emir komuta zincirine katmak istediğini söyler, ne demiştik? Bu filmde James Rhodes orduyu temsil ediyor ve istediğini de öyle veya böyle alarak, zırhı karargaha getirmeyi başarıyor hem de alt planda bir marşı andıran müzikle ve oldukça epik bir biçimde giriş yaparak. Ama çok geçmeden öğreniyoruz ki, Tony zırhları güvenlik sistemiyle koruyor, yani isterse James’in zırha ulaşmasını engelleyebilir ancak bunu yapmıyor. Ayrıca Tony, zırhı ele geçirdiğini görünce James’e arkası dönük şekilde de olsa DJ kabinindeki adama ‘’Goldstein!’’ diye sesleniyor, böylelikle güzel bir 1984 göndermesi yapılıyor.

Yine filmin başında Tony sahneye indiğinde dansçı kızlar eşliğinde olan sahneyi hatırlıyorsunuzdur muhakkak. Benzer bir sahneyi de Captain America: The First Avenger filminde görüyoruz. Bu aslında –özellikle ilk filmin ertesinde gelen olumlu tepkileri de düşünürsek- yeni bir ruhun sembolü. Kaptan Amerika ile öldüğünü sandığımız bir ruhun tekrar dirilişi. Anka kuşu… Yine filmin başından beri gördüğümüz Tony’nin ölmek  üzere olması durumu da bu metafor için. Ayrıca bu durum kesintisiz barış ile de alakalı, kendi teknolojisi başkasının ve tehlikeli birinin eline geçtiğinde her şirketin, savaş teknolojisi için konuşursa her ordunun yapacağı gibi var olan yenilenir veya daha iyi olacak yeni bir teknoloji üretilir. Tony’nin yaptığı da aslında bu ancak üzeri ‘’ölümün eşiğinde’’ olan bir adamın hikayesiyle ince bir perdeyle örtülüyor. Ayrıca ordunun elinde bulunan da hala bir alt teknolojiye ait, ki bu da iplerin kimin elinde olduğunu görmemiz için, ne diyordu Tony Stark; ‘’Ben kendimi her zaman memnun ederim.’’

 

 

Kişiler ve temsillerine geldiğimize göre, ilk incelemedeki gibi konuyu Pepper Potts’a getirelim. Kendisinin durumu ne yazık ki ilk filmden de trajik. Özellikle Natasha Romanoff ve Tony Stark flörtleşmesini –küçük paslaşmalar da dememiz mümkün- daha da ön plana çıkartmak amacıyla karakter olumsuz şekilde değiştiriliyor. Mesela daha ilk kavgaları esnasında Tony’nin onu kendi varisi ilan etmesiyle ortamın yumuşaması, devir işlemi sırasında Tony’den daha istekli olduğunu görmemiz, şirketin başına geçtikten sonra Tony’e daha katı ve sert davranışlarının her biri bunun için yapılıyor; önce erkeği sonra gücü ele geçiren kadının portresi çiziliyor adım adım. Fakat biz bunu Tony’nin şakalarıyla karışık gördüğümüzden –ve görmezden gelmesinden dolayı- geçiştiriyoruz. Ayrıca Tony’nin gözünden izlediğimiz kısa bir anda karşısına çıkan kadının vücuduna odaklanması, partide kızlarla eğlenmesi –erkekler de vardır ancak imalı şekilde kamera sürekli kadınları gösterir- ve de tabii ki neredeyse tüm Natasha Romanoff sahnelerinde aslında Tony’nin gözünün de hala dışarıda olduğunu anlarız, Pepper da anlar ancak pek ses etmez, aralarındaki ilişki karşılıklı çıkar ilişkisi şeklinde sunulur. Pepper, Tony için tek uygun varistir.

Peki her şeyin ötesinde Tony Stark kimdir?  İrlanda aksanıyla konuşan bir kadına laf atan bir adam mı? Ya da bir kadın Latince konuştuğu için şaşıran adam? Ya da sevdiği kanın geçmişini bilmeyen adam mı? Belki de yaptığı silahı ‘’Ulysses bunun yanında boyama kitabı gibi kalır’’ diyen Hammer’ın azılı düşmanı olarak tanımlayamaz mıyız?

James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Dublinliler ve Ulysses kitaplarının yazarı. Özellikle Ulysses kitabı yazım tekniği nedeniyle okunması en zor kitap olarak adlandırılır. Aslen İrlandalıdır ancak Paris’te 1941 yılında hayatını kaybetti, kimi söylentilere göre döneminde kendi halkı tarafından pek de sevilmeyen bir yazardır. Nihayetinde bugün ardında bırakmış eserler hala kendinden söz ettiriyor, özellikle de Ulysses ile. Peki Ulysses neyi anlatır? Eser aslında Odysseia’nın bir uyarlaması ve bu ismin Latince karşılığı Ulysses. İrlandalı olmanın getirdiği faydalardan yararlanarak da aksanın el verdiği ölçüde dil oyunları da yapılan bu eser, dolaylı cinsel betimlemelerden dolayı A.B.D. tarafından bir süre yasaklanmıştır da. Film boyunca sürekli yapılan cinsel imaları belki yine bir gönderme olduğunu da bu yüzden düşünebiliriz.

Peki Ulysses adını duymamız ne manaya geliyor? Yönetmen burada iki şeyi ima eder aslında. Birincisi James Joyce, ikincisi Odysseia. Fakat ikisi o kadar harmanlanmış ve iç içe geçirilmiştir ki hangi noktalardan çekip çıkarılması gerektiğini keşfetmek zordur. Şöyle açıklayabiliriz ki, Tony’nin özel hayatı James Joyce ve onun otobiyografik romanı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nden, kahramanlık hikayesi ise Odysseia’dan ödünç alınmıştır. Önce kahramanlık hikayesinden başlayalım. Iron Man filmlerinin ilkinden başlayalım hatta. Tıpkı Odysseus gibi savaş alanına gitmiş, orada kaybolmuş, Tepegözlerin –kiklop, Cyclop, Polyphemos, Polyphemus- mağarasında kapana kısılmıştır. Hatta Polyphemos, Odysseus’a bir konukluk hediyesi verecektir, onu en son yiyecektir ve bunu ona söylemiştir ancak filmimizde karşıdaki düşmanlar bunu söylemese de Tony Stark öldürüleceğinin farkındadır. Sonrasında Odysseus kurtulmuştur ama Polyphemos’un ettiği lanetlerle yanındaki herkesi de kaybetmiştir, tıpkı Tony Stark’ın yanındaki askerler ve sonrasında Yinsen’i kaybetmesi gibi. İkinci filmde oldukça iri ve tek gözlü robotlar, Ulysses göndermesi bu yüzden yapılıyor. Gelelim James Joyce ve Sanatçının Bir Genç Adam olarak Portresi’ne… Kitabımızın baş karakteri Stephen Dedalus, ki Ulysses kitabının da bir karakteridir ve hatta edebiyat eleştirmenlerince Dublinliler’deki ilk üç hikayenin de anlatıcısıdır. Kesin olarak bildiğimiz şey ise Dedalus’un aslında James Joyce olduğu.  İsmin esin kaynağı ise Daedalus adlı mitolojik karakterdir, sanatçıdır ve eli neredeyse her işe yatkındır; heykeltıraştır, ressamdır, mimardır ve daha nicesi. Anthony B. Wight’ın insanın uçma hikayesini uzun uzun anlattığı Daedalus: The Long Odyssey from Myth to Reality makalesinde de yazdığı gibi Daedalus mitolojilerdeki ilk uçan insandır da; ‘’Who was the first man to fly? According to Greek mythology, it was the skilled Athenian craftsman and inventor Daedalus.’’

İşte Yunan mitolojisinin bu oldukça yaratıcı ve ilk uçan insanı Daedalus, önce Stephen Dedalus’a ve sonra da Tony Stark’a dönüşüyor zamanla. Hatta bilinçli bir şekilde yapıldığını düşündüğüm muhteşem göndermelerden biri de, Marvel Sinematik Evreni içinde de –filmleri kronolojik sırayla izlediğinizde- uçan ilk insanın Tony Stark-Iron Man olması.

 

Stephen Dedalus ise dini okullarda büyütülmüş, cehennem korkusuyla yetişmiştir. Karakter eğitimiyle çelişen bir yöne kayıp zamanla değişir ve sonunda da bir sanatçı olmaya karar verir fakat bu onun için sancılı bir süreçtir. Tony Stark da silah üretiminden vazgeçtiğinde aynı sancılı sürecin içinden geçmiştir ve süreç bu filmle de devam etmektedir. Bir nevi ölmek ve yeniden doğmaktır, bu her iki karakter için de böyledir, eski ve istemedikleri halleri ölmüş ve daha iyi olduğunu düşündükleri yeni halleriyle doğmuşlardır fakat bu kolay değildir, özellikle her ikisi için de dış dünyadan gelen baskılar vardır. Filmdeki mahkeme sahnesine geri dönelim, Senatör Stern ‘’Önceliğim sizin silahınızı Amerika Birleşik Devletleri halkına teslim etmeniz’’ dediğinde Tony buna şiddetle karşı çıkar, peki Stephen Dedalus olsa ne derdi? ‘’Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne, sen bana ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun’’ ama tabii Stark bir Amerikan vatanseveridir, bu yüzden milliyetçilikle pek bir derdi yoktur ancak devletin yaptırımlarını kabul etmemektedir, diğer bir deyişle devleti kapitalist sistemin belirlediği sınırlara geri itmektir, devlet baskısına kafa tutmaktır. Yine mahkeme salonunda Rhodes’in raporunda yazdığı ‘’emir-komuta zincirine dahil etme’’ fikrinin bir benzeri de Dedalus’a papaz olma teklifi şeklinde gelmiştir örneğin ve her ikisi de geçmişiyle bağlantılı bu teklifi reddeder. Yaratıcılıklarını öldürecek kurumlara her ikisi de baş kaldırmaktadır.

Peki başka ne diyordu Dedalus? ‘’İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim; ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanılmasını bildiğim silahları kullanacağım; sessizlik, sürgün ve kurnazlık’’ ki burada da yine Tony Stark’ı keşfederiz. Film boyunca istemediği şeyleri duyduğunda en kısa ve bildiği yoldan ‘’mute’’ demesi, Pepper’a ülkeye bir süreliğine de olsa geri dönmeme teklifi ve her an gördüğümüz hazır cevaplıkla karışık kurnazlığıyla hep bize Dedalus’u hatırlatır. Ve Dedalus’tan –ayrıca açıklamaya pek gerek olmayan- son bir defa daha alıntı yapalım zira yazma eyleminin amacını oldukça güzel anlatır; ‘’Irkımın henüz yaratılmamış bilincini ruhumun demirhanesinde dövmek.’’

Bitirirken, en başta Tony’nin konuşmasından üç noktayı söylemiştik, ilk ikisini uzun uzun da açıkladık. Geriye bir tek ‘’miras’’ kaldı. Filmde elbette mirasın ne olacağı kesin değil, ama Howard Stark’ın en büyük eseri ve dolayısıyla mirasının oğlu Tony Stark olduğunu kendi ağzından duyarız. Tony Stark ise Amerikanın yeni ruhunun bir temsilidir artık filmde, ayrıca Howard çalışmalarını da oğluna bırakmıştır. Nick Fury’nin deyimiyle de bu çalışmalar ‘’…Silahlanma yarışını gölgede bırakacak bir enerji yarışı başlatmak…’’ üzere olan çalışmalar. Oysa I. Dünya Savaşı da II. Dünya Savaşı da zaten enerji-sömürge elde etmek için çıkmış savaşlar değil miydi? Ya da farklı bir soru soralım, bugün fosil yakıtlara alternatif birçok enerji kaynağı var, evlerde kullanılabilecek enerjiyi üretebileni de ve daha büyükleri de… Nükleer enerji var örneğin… Bunlar savaşları önlüyor mu? İşte üçüncü noktaya daha çok sorgulama amaçlı dile getirdim, finali bununla yapabilmek için. Bu filmden sonra pek çok film daha çekildi ama savaşlar hiç bitmedi, sürekli yeni düşmanlar ve yeni savaşlar, düşman yoksa iç savaşlar… İnsan ister istemez sorguluyor, belki de bu filmler barışı diline doladığı halde hiç bitmeyen savaşları karşımıza çıkararak belki de özünde bize gerçekten de savaşın hiç bitmeyeceğini söylemek istiyor olamaz mı?

Yorumlar