Okumalar: Deadpool (2016)

 

Deadpool ilk defa karşımıza 1991 yılında çıkan bir karakterdi, tarz olarak sıra dışı, alışık olunmayan tarzıyla da neredeyse –bilindik- çizgi roman dünyasının dışına çıkıyordu. Belki bağımsız pek çok çizgi romanda benzeri karakterle karşılaşabilirdiniz ancak Charles Xavier ve eğittiği mutantlarının olduğu bir evrende veya iyisiyle-kötüsüyle tüm mutantların arasında birdenbire Deadpool’u görmek tüm okuyucuları şaşırttı. Çünkü Magneto,
Wolverine, Colossus, Storm, Cyclops ve daha birçok mutantın içinde alaycılığı ve üslubuyla en farklı olanıydı. Hatta biraz daha geniş bakarsak Iron Man, Captain America, Thor, Hulk gibi kahramanların bulunduğu evrenin içinde kaybolup gidemeyecek kadar aykırıydı. Aslında alaycılık bir karakter olarak Spider Man kendisinden çok daha önce okuyucu karşısına çıkmıştı ama Deadpool’u bir adım öne çıkaran kendisinin çizgi roman evreninde olduğunu bilmesi ve bu yüzden yelpazesinin Spider Man’den daha geniş olmasıydı. Yine Deadpool’u farklı yapan bir diğer konuysa aslında evrenin en güçlü karakterlerinden birisi olması ancak hiçbir zaman en güçlülerin olduğu takımlarda yer almaması. Ama son zamanlarda kendisini kimi zaman X-Men kimi zaman Avengers içinde görüyoruz, bu karakterin tarzına fazlasıyla aykırı hareketler olsa da şirket politikaları, karakterden hep önde geliyor. Gwenpool ise bu konudaki en açık hamle.

Deadpool’u beyazperdede ilk olarak X-Men Origins: Wolverine filminde gören izleyici doğal olarak hayal kırıklığı yaşadı; ele aldığı neredeyse hiçbir karakterin hakkını verememesi, görsel efektlerin beklenenden çok kötü olması, filmin sonunun daha da kötü olması, asıl üçlemeden bağımsız ve kafa karıştırıcı değişiklikler (Sabretooth ve Wolverine’in kardeş olması gibi) ve daha pek çok şey… Ancak izleyicilerin aklında tüm filme nazaran iyi olarak kalan tek şey Wade Wilson karakteriydi, tabii ki Deadpool olmadan önce. Ryan Reynolds’un karakteri canlandırmadaki başarısı da bunda etkiliydi. Ancak film başarısız olunca uzun bir süre ne Deadpool ne de yeni bir Wolverine filmi konuşuldu. Hatta belli başlı X-Men karakterlerine ‘’X-Men Origins’’ üst başlıklı film çekme planları dahi rafa kalktı. Fakat bir gün olmadık bir görüntü internete sızdırıldı ve Deadpool için işler tam tersine dönmeye başladı.

Filmin çekim aşamasının fazlasıyla sıkıntılı olduğunu hepimiz biliyoruz, Tim Miller, Ryan Reynolds ve ekibin çoğu zaman stüdyoyu karşılarına alması ve kendilerine oldukça az bir bütçe vermiş olmaları gibi pek çok olumsuz haber… Ancak sinemada izlediğimiz film, dev bütçeli pek çok filmden daha iyi olmuştu. Hatta süper kahraman filmleri içerisinde, tıpkı çizgi romanda olduğu gibi, apayrı bir yerde duruyordu. Yapımcı şirket dahil taş atmadığı hiçbir şey yoktu, Hydra ajanı Bob’a kadar da gönderme doluydu. Gel gelelim, sinema salonlarından mutlu ayrıldık, üzerine fazlasıyla konuştuk. Konu filmi irdeleme ve incelemeye geldiğinde göndermeleri tespit edebiliyorduk ama bu film özünde neyi tartışıyordu, ne anlatmaya çalışıyordu, gördüklerimizin altında neler vardı? Bunu çok uzun bir süre düşündük, hatta sonuç olarak bu filme inceleme yazılamayacağına karar verdik ve köşelerimize dağıldık.

Her filmin alt metinde anlatılan bir hikayesi vardır, gerçekten hiçbir şey olmadığına sizi inandıracak filmlerde bile üzerine yazabilecek pek çok şey bulabilirsiniz. Deadpool ise bu konuda yazarı zorlayabilecek nadir filmlerden çünkü her karesi gönderme dolu bir film, müzikleriyle bile böyle. Fakat kendine has yorumları ve beslendiği kaynaklar açısından alt metni de bir o kadar dolu hatta birazdan okuyacağınız gibi şaşırtıcı. Her zaman yaptığımız gibi ilk ipuçlarını toplayarak filmi irdelemeye başlarsak filmin ne anlattığını anlayabilir ve sonraki adımlara geçebiliriz; ilk ipuçlarımız Nergis esintisi ve Wolverine.

Nergisin mitolojik öyküsü diğer mitolojik hikayelerden çok farklıdır. Tanrıların, büyük kahramanlarının hikayeleri içinde sade ama etkili bir hikayedir. Bugün nergis dediğimiz çiçek adını Narcissus’tan –veya Narkissos- alır. Narcissus oldukça yakışıklı bir avcıdır, Ekho ise çok güzel bir peri kızı. Bir gün Echo, Narcissus’u görür ve aşık olur ama Echo’nun bir sıkıntısı vardır, konuşabilmek adına tek yapabildiği karşısındakinin söylediklerini tekrar etmektir. Hal böyle olunca Narcissus ise bu sevgiye karşılık vermez. Echo ise aşkından günden güne bitap düşer, içine kapanır ve ölür. Vücudundan kalan kemikler kayalara, sesi de ekoya dönüşür. Ve bunu gören Olympos Tanrıları bu duruma sinirlenerek Narcissus’u cezalandırırlar. Av peşinde yorgun düşen Narcissus, bitkin ve susamış şekilde bir su kenarına gelir ve tam eğildiği anda sudan kendi yansımasını görür. Kendi yüzünün, vücudunun güzelliği karşısında hayran kalır ve aşık olur. Yerinden kalkamaz çünkü ilk defa kendi yansımasını görmüş ve adeta büyülenmiştir. Tıpkı Echo gibi o da günden güne erir, ne yemek yer ne su içer, sadece kendini izleyerek ölür, vücudundan geriye de nergisler kalır. Öyle ki, Oscar Wilde bu hikayeyi bu şekilde sonlandırmamıştır, farklı bir boyut getirmiştir. Narcissus’un üzerine eğilip kendisine baktığı suya, Narcissus’un güzelliği sorulduğunda su birikintisi, onun güzel olup olmadığını bilmediği ancak onun gözlerinden kendi yansımasını gördüğü için ona aşık olduğunu söylemiştir.

Narcissus’un bu mitolojik hikayesi gelecekte psikoloji alanını da etkileyecekti. 1898 yılında –tabularla uğraşmayı ayrıca seven- İngiliz seksolog Havelock Ellis 1898 yılında otoerotizm ve Narsisizm –aşırı mastürbasyon için kullandığı Nacissus-like- üzerine ciddi olarak kalem oynatan ilk isim oldu, ki değindiği konular üzerinden Sigmund Freud daha detaylı analizler de yapacaktı. Narsisizm ise bugün fazlasıyla tartışılan bir konu. Kendini psikolojik hastalık derecesinde önemsemek –kimilerine göre kendine aşık olmak- olarak tarif edebileceğimiz bu rahatsızlığın bazı özelliklerini derlemek gerekirse, Narsistler, başkalarının duygu ve düşüncelerini gerektiği kadar umursamazlar, sürekli karşı taraftan ilgi, onaylanma ve hayranlık beklerler, kendilerinin çok iyi olduğunu düşündüklerinden Narsistleri sadece yüceltebilirsiniz ve asla olumsuz eleştiride bulunamazsınız. Üzerine onlarca kitap yazılan bu rahatsızlığı elbette burada irdelemeyeceğiz, ancak bilmeniz gereken şey bugünün büyük sorunlarından biri haline gelmiş Narsisizmin aynı zamanda bu filmde de kendine yer buluyor olması. Böylesine bir rahatsızlığı her ne kadar kötü karaktere yakıştırıyor olsak da, bu filmde kabul edilebilir Narsisizmi Wade Wilson-Deadpool ve de kabul edilemez ya da göze batan Narsisizmi ise Francis Freeman-Ajax temsil eder.

Wade Wilson, oldukça çocuksu bir karakter. Film boyunca Voltron yüzüğü, Hello Kitty çantası ve Adventure Time kol saati gibi detaylarla olsun, gerek Negasonic Teenage Warhead ile sürekli laf yarışına girmesiyle gerek de Colossus’un ‘’Ama o gidip çocuk gibi davranmayı seçiyor. Ağır silahlarla donatılmış bir çocuk gibi’’ demesiyle olsun bu pek çok defa izleyiciye gösteriliyor. Bu detay önemli, çünkü Sigmund Freud, çocuklarda görülen Narsisizmin doğal olduğunu söyler. Anne karnından itibaren oluşan ‘’ben’’ duygusu, çevresindeki nesneleri algıladıkça-tanıdıkça şiddetini kaybeder ancak tümüyle yıkılmaz, çünkü yaşayabilmek için belli bir düzeyde Narsisizm gereklidir, sadece aşırı olanlar psikolojik hastalık olarak tanımlanır. İşte bu yüzden Wade Wilson’un Narsisizmi pek göze batmaz ancak o eski güzelliğini yeniden elde edebilmek için bütün bir film boyunca mücadele eder, bunu yaparken de örneğin Colossus’un, Al’ın ya da Weasel’in fikirlerini pek önemsemez, kendi fikirleri ve planları daha önemlidir. Ayrıca dönüşüm yaşadıktan sonra kendi yansımasını görüp çığlık çığlığa bağırması da Narcissus göndermelerinin en büyüğüdür, mastürbasyon şakalarını da yine kendisinden duyarız ve de sonuç olarak Wolverine takıntısının sebebini anlarız, çünkü Wolverine ile Deadpool, mutantların içinde –neredeyse- ölümsüz olan iki karakterdir, güç olarak denktirler, bu yüzden de Deadpool’un alaylarına film boyunca maruz kalır, tam da Narsisizme uygun bir şekilde.

Francis Freeman ise sinir uçları yanmış, acı çekemeyen bir mutanttır. Daha doğrusu kendi deyimiyle hiçbir şey hissetmeyen bir mutanttır. Wade Wilson ile ilk karşılaşmasında, ona yaşayacağı süreci tarif ederken de aynı hissizliği görürüz, tıpkı bir Narsist gibi karşısındakinin duygularını hiçe sayar, empati yoksunudur. Fakat Wade Wilson da yukarda saydığımız sebeplerden dolayı altta kalacak bir kişi değildir, fırsatını buldukça birbirlerini küçümserler. Daha ilk karşılaşmalarında Wade Wilson’un ‘’Dişinde bir şey kalmış’’ şakası ve ardından Francis’in de aynaya bakması (yansımasına bakması) da bir Narcissus göndermesidir, kusursuz dış güzellik… Ayrıca işler istediği gibi gitmediğinde de Francis’in ne kadar saldırgan olabildiğini de görürüz, Wade onu alaya aldıkça o daha yıkıcılaşır. Sürekli adını sorması da bir takıntıdan çok Wade Wilson’un yola gelip gelmediğini öğrenmek içindir, çünkü Francis’in gözünde o kendisine nasıl davranması gerektiğini kavrayamamış birisidir. Wade Wilson, Francis’i sadece bir kere alaya almaz ancak onda da dördüncü duvarı yıkarak olayı espriye çevirmeyi başarır. İkilinin birbirlerine isimleri üzerinden yüklenmelerini de belirtmek gerekir.

Narsisizm konusunu bitirmeden önce, literatürde Etnik Narsisizm kavramının olduğunu da belirtmek gerekir. Nietzsche’nin üstün insanının, Narsisizm sınırlarında dolaştığı kimilerince söylenen bir şey, işte bu üstün insan fikrinin üstün ırk düşüncesine dönüşmesi –ki en çok örnek Hitler’den verilir- ve sadece kendi ırkının istek ve ihtiyaçlarının önemli olması gibi düşünceler de Etnik Narsisizm olarak adlandırılır ve kurucusunun da yine Nietzsche olduğu söylenir. Ayrıca öjeni teorisiyle de sık sık anılsa da, nasıl ki Nietzsche’nin üstün insanı bambaşka yorumlanarak karşımıza çıkarılıyorsa öjeni teorisi de aynı şekilde ortaya atıldığından farklı şekilde yorumlanarak ilişkilendirilmektedir. Genellikle Hitler’in uygulamalarından ve söylemlerinden yola çıkılarak yapılan yorumlamalar yanlıştır çünkü Hitler kurnazca bir hamleyle pek çok şeyi işine geldiği gibi yorumlayarak kullanmıştır. Öjeni savunulamayacak bir fikir olabilir ancak öjeniden varılacak sonuç da soykırım değildir. Yine Havelock Ellis’in de öjeni teorisini savunduğunu ve de pek çok eser ardında bıraktığını belirtelim. Yine eşi Edith Ellis’in yazdığı eserlerden biri de Three Modern Seers: James Hinton, Nietzsche, Edward Carpenter’dir ve Havelock Ellis’in de Affirmations eserinde Nietzsche’den bahsettiğini biliyoruz.

 

Bu kısmı bitirmeden önce son olarak bizi bir sonraki adıma taşıyacak bir konudan bahsedelim. Mastürbasyon esprilerinde, bir sahnede Wade elinde bir unicorn tutmaktadır. Unicorn kanını içenlerin ölümsüz olduğu ancak
onları öldürmenin de beraberinde lanet getirdiği mitlerde anlatılır. Masumiyeti temsil ettiği söylenen bu mitolojik varlığın, kimi mitlerde korkunç bir yaratık kimindeyse masum ve güzel olduğu söylenir. Ctesias, unicornlardan bahseden ilk kişidir (Indica adlı eserinde) ve bu varlıkların Hindistan’da bulunduğunu söylemiştir.

İlk çıktığımız nokta bizleri Hindistan’a getirdiğine ve yine filmimizde bir –görmediklerimizle beraber üç- Hintli karakter olduğuna göre bu tesadüf değil, bir göndermedir. Dopinder, Bandhu ve Gita’dan yola çıkarak yönetmen bir noktayı işaret eder. Bandhu ve Gita, araştırıldığında bizi Hindu felsefesine-mitolojisine taşır. Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi, Yüce Tanrı’nın Kendi Şarkısı) ya da kısaca Gita, Hindu felsefesinde önemli bir yere sahiptir, kendisinden önce yazılmış Upanishadlar’dan –veya Upanişadlar- fazlasıyla etkilenmiştir, kimi kaynağa göreyse Upanishadlar’ın en önemli bölümlerindendir. İşte bu iki metin ise filmin ikinci mitolojik ayağını oluşturur. Önce Upanishadlar’dan başlayalım.

Upanishadlar, genellikler Vedalar’ın Sonu (Vedanta) olarak adlandırılır, Vedalar’ın sonu ve tamamlayıcısı olarak nitelenir. Evren, yaşam, ölüm, ölüm sonrası-yeniden doğuş, tanrı gibi pek çok kavramı açıklamayı amaç edinir. Bu mitolojik-felsefik-dini (hangi açıdan ele aldığınıza bağlı) metin, incelendiğinde sizi pek çok tartışma konusuna ulaştıracaktır elbet, buradaysa bizi birkaç noktaya ulaştıracak. Öncelikli olarak metinle filmin bir karşılaştırmasını yapmakta fayda var. Duyular aralarında üstünlük tartışması yaparak tanrı Brahma’ya giderler ve ona ‘’İçimizde en üstün kimdir?’’ diye sorarlar, sırayla söz, göz, kulak, akıl, meni ve son olarak da soluk vücudu terk eder, içlerinden sadece bir tanesi olmadığında insan yaşayamaz; soluk. Wade Wilson’a yapılan son işkence de nefesini kesmektir, pek çok işkence yapılmış olmasına rağmen Francis de bunu yapabileceklerinin en üst noktası olarak görür, koskoca Colossus filmde neredeyse nefessizlikten ölmek üzereyken son anda kurtulur. Zaten Upanishadlar neredeyse baştan sona soluğu över, yüceltir, keza filmimiz de dolaylı yoldan bunu yapmıştır diyebiliriz. Yine Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Upanishadlar’ın önsözünde ‘’Upanishadlarda en yüce varlık Brahma ile her canlının içinde barınan Atman aynı varlıktır’’  demektedir, ‘’Upanishadlardaki öğretiye göre en yüce amaç, Brahma ile bir
olmaktır. Bu da bilgisizliğin yenilmesiyle olur. Bu yüce amaca ulaşmak için iyi-kötü her türlü işi bırakmak gerekmektedir’’
cümlesini de önsözün devamında görürüz, ki bu kısımlara biraz yorum katmak gerekir. Her canlının içinde bulunan öz, bu filmde mutant-mutasyon kavramıyla yorumlanabilir. Kimisi Wolverine veya Colossus gibi doğuştan mutant olabilir ancak bu filmde Wade Wilson ve pek çok kişi hayatının sonuna gelmiş basit insandırlar, mutant değil. Francis’in yaptığı da bu kişileri iyi-kötü her şeyden uzaklaştırarak onları birer mutant haline getirmektir, herkes mutant olabilir yani mutant ile insan aynı özü taşırlar. En azından ‘’Bu Atman eğitimle kazanılmaz. Akılla ya da çok okumayla kazanılmaz. O, ancak kendisini seçen tarafından kazanılır: Atman kendi doğasını böyle bir kişiye açık eder’’ cümlesi bu yorumlamaya açık kapı bırakır. Bilgi mi? Wade Wilson mutant olduktan sonra kendi dünyasının dışında kalan bizlere ulaşabilecek kadar bilgi sahibi olmuştur, artık bilgisi-kavrama yeteneği kendi evrenini aşmıştır, tanrılaşmıştır ya da tanrıya erişmiştir.

Ölümsüzlük de Upanishadlar’da sıklıkla karşılaşabileceğiniz bir konudur. Mesela ‘’Beni gerçek olmayandan gerçeğe götür. Beni karanlıktan aydınlığa götür. Beni ölümden ölümsüzlüğe götür’’ (burada gerçek olmayan ve karanlıktan ölümü, gerçek ve aydınlıktan da ölümsüzlüğü anlamamız gerektiği yine metin içinde belirtilir), ‘’Sınırsızlık ölümsüzlük, sınırlılık ölümlülüktür’’ (bir silsilenin sonucunda bu fikre varılır) gibi… Son olarak, ‘’Bu kişinin görünüşü safran renkli elbise giymiş gibi, beyaz yün gibi, kırmızı İndragopta böceği gibi, ateş yalazı gibi, beyaz lotus çiçeği gibi, ani bir şimşek çakması gibidir’’ cümlesinde neden Deadpool’un direkt kırmızı değil de önce beyaz ve sonra kırmızı renkli kıyafet giydiğini keşfederiz, ‘’Brahma sadece tek ayak üstünde durur’’ cümlesinden de Colossus-Deadpool karşılaşmasında tek ayak üzerinde kalmak zorunda kalışını çözeriz (tam da bu sahnede yapılan ‘’Kanada!’’ esprisi de göndermedir, çünkü bu ülkenin son Savunma Bakanı ve kabinenin de en ses getiren ismi olan Harjit Sajjan Hint asıllıdır ve eski askerdir, oldukça da ilgi çekmiştir, hatta Başbakandan bile daha çok ilgi çekmiştir), filmin başlarındaki hediye yoğurt kartı-çikolatalı yoğurda benzetilen dışkı emojisi konusunu yine Upanishadlar’da bol bol bulabilir (örneğin oğlu olan babanın yapabileceği yoğurt içeren tarifler gibi), ‘’İnsanın özü konuşmadır’’ gibi Deadpool’a tamı tamına oturan cümlelerle karşılaşabilirsiniz.

Bhagavad Gita ise filmin doğrudan gönderme yaptığı ikinci Hindu metnidir, Mahabharata destanından bir parçadır. Krishna ile Arjuna arasında geçen konuşmalardan belli parçalar alırsak eğer, Deadpool ile Dopinder arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkarmış oluruz. Kurukshetra Savaşı öncesinde, Krishna ile Arjuna arasında geçen konuşmaları içeren kitap aslında bizi tıpkı Upanishadlar gibi pek çok noktaya ulaştıracaktır. İki noktada ise bu kitap önemli, birincisi kitaba biraz yüzeysel ikincisi ise daha detaylı bakmayı gerektiriyor. Savaşmak istemeyen Arjuna’nın, Krishna tarafından ikna edilişini okuyoruz, peki ya Deadpool’da? Tıpkı kendi kanından olanlarla gireceği savaşı reddeden Arjuna gibi, Dopinder da kuzeni olan Bandhu ile daha savaşmadan pes etmiş, Gita’dan vazgeçmiştir. Nasıl ki Arjuna’yı ikna etmek için Krishna varsa, filmimizde de Deadpool var. Krishna, Arjuna’yı bir yandan ikna ederken bir yandan erdemler konusunda da bilgilendirir, ona yapması gerekenleri adı adım anlatır; Deadpool da aynısını Dopinder’a yapar. Ayrıca Krishna kıyamet gününde göstereceği yüzünü –ki bunun iyi olmadığını biliyoruz- de Arjuna’ya gösteriyor, tıpkı Deadpool’un takside yüzünü Dopinder’a gösterişi gibi, ki Deadpool da zaten yüzünün ne kadar kötü olduğunu göstermek için bunu yapıyor (Krishna ile Hz. İsa arasındaki benzerlikler tartışılan konular arasındadır, Hindu ve Hristiyanlık anlatılarındaki benzerlikler dikkat çektiğinden dolayı filmdeki Noel şakalarını, Krisna ve İsa benzerliği ile yorumlayabiliriz). Fakat detaylı şekilde eseri incelediğimizde Bhagavad Gita’da anlatılan erdemlerin tam zıttı bir karakter var karşımızda. Deadpool, tezi desteklemek yerine tezi kabul eden ancak uymayan bir karakter profili çiziyor. Şaşırmaya gerek yok. Çünkü bu durum Wonder Woman filminde de karşımıza çıkmıştı. Öyle ki, Immanuel Kant felsefesini haklı görüyor ancak insan doğasının da o felsefeden uzak olduğunu gösteriyordu. O yüzden film boyunca Hindu metinlerinden esinlendiğini düşündüğümüz noktalarla dalga geçiliyor, karakterin bu erdemlerden uzak olduğunu vurgulamak için.

İşte buraya kadarki kısım bizi bir noktaya bağlayabilmek içindi. O nokta da V for Vendetta. Öncelikle V for Vendetta ile Deadpool arasındaki benzerlikleri tespit edersek her şey daha kolay yerine oturacaktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, V for Vendetta çizgi romanı ile filmi birbirinden öz olarak farklı, vardığı sonuçlar daha farklı, Wachowski Kardeşler’in yaptığı temel değişiklikler ise bir sonraki yazımızın konusunu oluşturacak. O yüzden Deadpool’un filmi mi yoksa çizgi romanı mı tercih ettiğini tespit etmemiz gerek, tabii bunu uzun uzadıya yazmaktansa sonuca gelelim; Deadpool, V for Vendetta’nın filminden etkilenmiştir. Kısa yoldan bu sonuca vardığımıza göre karşılaştırmaya başlayabiliriz.

V ile Evey’in ilk karşılaşmasında Evey tacize uğruyordu, Wade Wilson ile Vanessa’nın ilk karşılaşmasında da, V toplama kampında üzerinde deneyler yapılarak bir kahramana dönüşüyordu, Wade Wilson da toplama kampından
farksız bir yerde yine deneyler yoluyla güçlerini elde ediyor. Ayrıca hiç kimse fark etmedi mi bilemem, neden onca farklı makyaj yapılabilecekken Wade Wilson’un vücudu tümüyle yanmış gibiydi? V for Vendetta’dan hatırlayalım,
yüzünü zaten göremediğimiz karakterimizin hapishaneden kaçış sahnesinde komple vücudunu görüyorduk ve bildiğimiz üzere de vücudu tümüyle yanmıştı. Tabii kaçmak dediğimizde de, V’nin de bulunduğu yeri patlatarak kaçtığını ve Deadpool’da da aynısının olduğunu hatırlatmış olalım. Toplama kampında V ile hayallerini paylaşan Valerie gibi Deadpool ile hayallerini paylaşan David vardır mesela. Hakikaten, Negasonic Teenage Warhead’ın çizgi romandaki orijinal halinden çok farklı şekilde olduğunu ve saçlarının komple kazılı olduğunu fark etmedik mi? Ya da Weasel’in film içinde oldukça anlamsız duran ‘’5’’ fıkrasını? Bu kısma kadar zaten çizgi romanla da örtüşse de bundan sonra sayacaklarımız, neden Deadpool filminin V for Vendetta filmiyle paralellikler gösterdiğini
açıklayacak.

 

Maksimum enerji… Bunu sık sık Wade Wilson’dan duyarız, fakat neden duyduğumuzu hiç düşündük mü? Francis, Wade Wilson ile ilk karşılaşmasında onu bir mutant yapabilmek için aşırı strese maruz bırakacakları uyarısını en baştan yapmıştır. Aşırı stresin sonucu da maksimum enerji olarak doğmuştur diyebiliriz pekala. Yani bir etki-tepki meselesi. İşte V for Vendetta’nın çizgi romanıyla filmini birbirinden ayıran nokta budur, filmde izlediğiniz her şey etki tepki üzerine kuruludur, V’nin düşmanlarını öldürürken tercih ettiği yollar da böyle, küçük bir çocuğun rejim polislerince öldürülüşünün ardından halkın verdiği tepki de tam olarak böyle. Wade’in de dediği gibi ‘’Bana iyi davranacağınıza söz verin. İyi davranın ki aynı şekilde başkasına davranayım.’’ Yine çizgi romanda V ile Evey arasındaki ilişkiyi aşkla açıklayamazken filmde V ile Evey arasında bir yakınlaşmadan söz edilebilir, Deadpool’da da Wade-Vanessa aşkını ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım. Yine filmde V birçok rejim polisi ile son mücadelesini yaparken, Deadpool da Francis’in onlarca adamıyla mücadele eder, tıpkı V gibi sadece kılıçlarıyla. Yine filmde nasıl ki V ile Evey’in ayrılış sahnesine özel şarkımız varsa, Wade’in Vanessa’yı terk ederken bir şarkısı var; Careless Whisper ve iki filmin bu şarkılarının caz olduğunu ayrıca belirtelim. Son olarak Matrix serisinde Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving’in, V for Vendetta filminde V’yi oynadığını, Captain America: First Avenger filminde de Red Skull’u oynadığını biliyoruz; Ajan Smith şakalarını ve Hyra Bob göndermesini böylelikle birbirine kolayca bağlayabiliriz. Her şey bizi bu noktaya ulaştırabilmek için.

Tabii çizgi romanın Hindu metinlerinin etkisinde yazılmış olduğunu da ilk defa burada duymuş olun, Alan Moore’un neden böyle bir tercih yaptığını da çizgi romanı incelediğimizde anlatalım, bunun aslında nasıl dahiyane bir fikir olduğunu orada açıklayalım. Filminde de esas metinden dolayı bu bağlılık olsa bile, Wachowski Kardeşler’in kendi yorumlarını kattığını şimdilik bilmek yeterli olacaktır.

Mitoloji, film ve edebiyat konusunu son iki maddeyle tümden kapatmak için iki maddeyi daha ele alalım. İlk maddemiz, DMX’in şarkısı X Gon’ Give It to Ya aslında Cradle 2 The Grave -Beşikten Mezara- filminin müziği. Peki bu filmle Deadpool arasındaki benzerlikler neler? Filmimizde üç farklı cephe var; Tayvan istihbaratı, iyi yürekli hırsızlar ve de ikisinin de karşısındaki kötü taraf.  Tayvan istihbaratına ihanet ederek elinde tüm dünya düzenini değiştirebilecek güçte –ve nükleer silaha dönüşebilen- değerli taşlarla kaçan Ling ve partneri Sona’nın yolu, yine değerli taşları çalan Anthony Fait’in kendisine ait taşları çalmasıyla kesişir ve zaten Tayvan istihbaratından Su ise Ling’in peşinden A.B.D. yollarına düştüğünden düşmanımın düşmanı dostumdur politikası devreye girer ve Anthony Fait ile işbirliği yaparlar. Tabii bu arada Ling’in değerli taşlarını çalan Anthony’nin kızı Vanessa da Ling tarafından kaçırılır ve film bir intikam hikayesine dönüşür. İzleyecekler için filmi tamamen anlatmayalım, benzerliklere geçelim. Şimdi, Ling ve Sona ikilisi Francis-Angel ikilisi gibiler, Anthony Fait’in kızı Vanessa filmde kaçırılıyor, ayrıca sevgilisinin geçmişi ile Deadpool’daki Vanessa’nın geçmişi birbiriyle örtüşüyor, Anthony’nin kızı Vanessa’ya elmas kolye hediye ettiği sahnelerle Wade’in Vanessa’ya evlilik teklif ettiği sahne (sihirbazlık numarası) örtüşüyor, Anthony’nin arkadaşı Archie ile Wade Wilson’un arkadaşı Weasel neredeyse tümüyle aynı, ayrıca final aksiyonu iki filmde de hangarda geçiyor. Ling dünya düzenini değiştirecek bu değerli taşlarını elbette müşterilerine satıyor, tıpkı Francis gibi. Böylelikle filmdeki çocuk kaçırma esprilerini de bir noktaya bağlamış oluyoruz.

İşin yorum kısmına gelirsek, Francis mutant ırkına ihanet eden kişidir, Ling de Tayvan’a ihanet eden kişidir; Su nasıl ki bu ihaneti çözmek için Tayvan istihbaratını temsilen oradaysa Colossus-Negasonic Teenage Warhead de X-Men’i temsilen filmdedirler; bunca olay olurken ülkenin kendi polisinin Deadpool’da ne kadar etkisi varsa Cradle 2 The Grave filminde de o kadar etkisi vardır. Yine iki filmde de kanunsuzlar dünyasına giriş yapar, mekan olarak neredeyse birbirinin aynısı mekanlarda dolaşırız. İki film arasındaki benzerlikler bunlarla sınırlı olmasa da –mesela karşılıklı takımlardaki kişi sayısı gibi- konuyu anlayabilmek için bu kadarı yeterli olacaktır. Bitirmeden, filmde kötü karakter Sona’yı canlandıran Kelly Hu’nun, ikinci X-Men filminde Lady Deathstrike karakterini canlandırdığını unutmayalım. Peki Lady Deathstrike’in özel gücü neydi? Wolverine ve Deadpool’un gücü neyse birebir aynısı. Biz az önce Narsisizm demiş miydik?

İkinci madde ise Francis’in takma adı yani Ajax ile alakalı. Şimdi burada küçücük bir nokta var, Ajax ama hangi Ajax? Mitolojide iki farklı Ajax vardır, ikisi de yunan mitlerinde Aias adıyla bilinir ve ikisi de Truva Savaşı’nda çarpışmıştır. O zaman iki farklı Ajax’ı da tanımak gerekir. İlk bahsedeceğimiz Ajax yani Aias, Telamon’un oğludur ve Ajax The Great olarak anılır. Görünüşü, boyu ve kalıbıyla zaten hemen herkesten ayrılır, kendisi inanılmaz derecede güçlüdür ve oldukça güçlü ve delinemez bir kalkana da sahiptir, Truva Savaşında kardeşi Teucer ile omuz omuza savaşmıştır. Achilles –Akhilleus, Aşil- ile kuzendir, Achilles ölümsüzlüğüne güvenirken Aias daha çok kuvvetine güvenirdi. Achilles’ten sonraki en büyük ve en ölümcül kahraman olarak anılır, zaten onun ölümünden sonra silahları için Odysseus ile mücadele etmiş ancak silahlar hileyle Odysseus’a verilmiştir. Bunun intikamını almak istediğindeyse, Athena tarafından ikinci bir hileyle bir sığır sürüsünü Akha Ordusu olarak görür ve saldırır, gözündeki perde kalktığındaysa öldürdüklerinin Akhalar olmadığını anlar ve gururu kırılır; melankolik bir gülüşle ve kalbine kılıç saplayarak intihar eder. Ölümünden sonra Odysseus ile Ölüler Diyarı’nda -Hades Diyarı- karşılaşmış ancak Odysseus’un çabalarına rağmen konuşmamış ve gizemli bir şekilde susmayı tercih etmiştir.

İkinci Aias ise Oileus’un oğludur ve Ajax The Lesser olarak bilinir. Kabadır, kavgacıdır ve de kibirlidir. Achilles’ten sonra en hızlı kişi olarak bilinir. Akha Ordusu ile birlikte Truva’da savaşmış olsa da kötü karakterli biridir. Cassandra’yı kaçırmış ve tecavüz etmiştir, bunun üzerine tanrılarca cezalandırılmış ve gemileri ile mürettebatı yok olmuştur ve bu onu kibre yöneltmiştir. Kendisini tanrıların bile öldüremeyeceğini düşünürken Athena’nın gazabına uğramıştır.

Peki bu iki hikaye bizi bir sonuca ulaştıracak mı? Kısa bir düşünme bizi Francis’in her iki Aias’tan da etkilenerek yaratılan bir karakter olduğu sonucuna ulaştırır. Ama kesinlikle öyle değil. Hem Deadpool hem Colossus hem de Francis, Aias’tan bazen görsel bazen de hikaye alıntıları yapar. Yorumlama meselesi… Peki bu yoruma nasıl ulaşırız?

Deadpool film boyunca Francis’e düşman olduğu kadar X-Men’den de hazzetmez, Colossus kendisini Profesör X ile tanışmaya götürmek istediğinde buna direnir, X-Men olmaktan kaçar ve Colossus’un değerlerini sürekli reddeder. Ayrıca görsel olarak yapılan Colossus tercihi gördüğümüz gibi Aias’a uymaktadır, delinemez kalkanı da zaten derisidir ve yine Deadpool ölümsüzlüğüne güvenirken kendisi gücüne güvenmektedir, kardeş Teucer’in yerindeyse Negasonic Teenage Warhead vardır. Francis ise yukarda okuduğumuz gibi daha çok ikinci tipe uymaktadır, gemisinin yok edilişi ve adamlarının öldürülüşü, kadın kaçırmak, hızlı refleksler… Deadpool’un Francis ile olan ilk dövüşünde, Deapool’un son haliyle Aias’ın intihar ederkenki görüntüsü, ayrıca Francis’e karşı takındığı sessiz tavır yine ilk Aias tiplemesine göndermedir. Tabii neredeyse ölümsüz, kimi yoruma göre fazlasıyla bencil ve öfkeli Achilles portresi de zaman zaman Wade Wilson’u andırmaktadır, fark ettiyseniz her iki Aias da zaten Achilles ile karşılaştırılmaktadır ve bugün dahi Achilles se savaş motivasyonu ile taktikleri tartışılır, Achilles iyi adam mıdır kötü adam mı? Son olarak Francis’in ölmeden önceki gülüşü de melankolik Aias gülüşünün örneği sayılabilir. Zaten filmdeki son savaş da Truva Savaşı’yla ilintilidir; kaçırılan kadını kurtarma.

Tüm bu ipuçlarını toplarsak yollar bizi yine Nietzsche’ye çıkarıyor. Neredeyse her incelemede kendisine uğradığımız bu filozof, bu filmde de karşımıza şaşırtıcı şekilde çıkıyor. Şanslıyız çünkü Nietzsche’yi, Judge Dredd, Superman for All Seasons ve hatta Wonder Woman’da bile gördük, inceledik. Bu noktaya gelene kadar da bizi Nietzsche’ye bağlayan pek çok şey vardı; Truva Savaşı ve hatta Upanishadlarbile buna dahil.

Mesela Arthur Schopenhauer, Upanishadlar’dan övgüyle söz etmekte ve ‘’İşte insan düşüncesinin en yüce ürünü’’ ve de ‘’Bu, dünyadaki en iç rahatlatıcı ve insanı yücelten eser olsa gerek. Yaşamımın tesellisi o oldu, ölümümün de o olacak’’ demektedir. Eğer Schopenhauer bunu demişse, Nietzsche mutlaka bu eseri okumuştur, çünkü Nietzsche ile Schopenhauer’i –felsefe olarak olmasa da felsefe tarihi içinde- ayrı ayrı düşünemezsiniz; Schopenhauer ile ilgili okuyacağınız her şeyde Nietzsche’nin kendisiyle ilgili yorumlarına mutlaka rastlarsınız çünkü tüm eserlerini bizzat incelemiştir. Zaten kendisi bir filolog olarak farklı kültürlerle içli-dışlı olmaya alışkın olduğundan bu eseri okumak onun için kesinlikle bir artıydı. Tabii her okunan eserin olumlanmayacağını ve kabul görmeyeceğini düşünürsek, Nietzsche’nin felsefesini ne kadar etkilediği tartışılır. Ancak Böyle Buyurdu Zerdüşt eserini İncil’den ve Hindu metinleri Vedalar’ın hepsinden bile üstün tutması da zaten okuduğunu kanıtlar nitelikte. Zaten Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt ile tüm dinlere kafa tuttuğunu açıkça söyleyecek kadar gözünü karartmışken, Hindu metinlerinin bundan nasibini almayacağını düşünmek yersiz olur. Anlayacağınız, yukarıda konuşulan her şeyi içinde zaten bir Nietzsche gizliydi.

Antik Yunan ve Roma metinlerini inceleyen Nietzsche, elbette burada bahsedilen mitolojik metinleri ve dahasını da inceledi. İncelemekle de kalmadı, var olanı reddedip görece yeni şeyler de sundu, kendi döneminin ve hatta bugünün bile ruhuyla kavgaya tutuştu. Aykırı bir insandı. İşte bu zamana kadar konuştuğumuz üstün-insana da Deadpool ile aykırı bir yorum getirme vakti geldi. Kendisi bile tek bir bakış açısını savunmamaya davet ederken, üstün-insanın sadece Superman olmasına gerek yok, zaten üstün-insanı Superman ile bir tutmak tamamen bir yorum meselesi. Ve eğer karşınızdaki filozof Nietzsche ise, iddia edebilirim ki onun eserleri okuduğunuz en yoruma açık metinler. O yüzden Superman de Judge Dredd de ve Deadpool da üstün insan olabilir, filmin senaristleri de tercihini bu yönde kullanmış. Peki bu sonuca nasıl varıyoruz?

Sanırım hiç kimse fark etmedi, Deadpool’un ikinci filminin tanıtımında Superman’in müziğinin kullanılmasını sadece espri olarak görüp geçtik. Tabii ki de bu işin görünen yüzüydü. İşte tam burada üstün-insanın ahlakından ve üstün-insandan bahsedersek ayrıca bunları bengi dönüş ve birkaç Nietzsche fikriyle sonlandırırsak olay açıklığa kavuşacak. Tekrar hatırlayalım, Nietzsche için iyi olan ve kötü olan ayrımını tekrardan yaparsak, iyi olan soyluların –şövalye aristokrasisi-savaşçı soylular- ahlakı, kötü olansa kölelerin ahlakıdır. Eskiden borçlu olmak ile suçlu olmak aynı şeyi temsil ediyordu, yani suç kavramının kökeni borçtu. Ayrıca kötü kavramı, karşıdakine nefretin değil daha çok karşıdakini aşağılamanın karşılığıydı, yani kötü olan aşağılanmayı hak edendi, zayıf olandı. Bugün bizim kınadığımız şiddet, kölelik ve de savaşlara bambaşka bir bakış açısı getiriyordu. Nietzsche’ye göre tarihte zayıf olan, güçlünün kendisini korumasından dolayı ona borçluydu ve bu yüzden güçlü olanla arasındaki bu borçlu-alacaklı ilişkisinden dolayı güçlünün kendisinden istediklerini yerine getirmek zorundaydı, zamanı geldiğinde borcunu ödemeyen kişi de bugün bize çok uzak olan oldukça acı verici yöntemlerle cezalandırılıyordu, şiddetteyse günahkarca olan hiçbir şey yoktu fakat unutmayın, sebepsiz ve vahşice olan, barbarlıkla eşdeğer olan yıkımdan ve şiddetten Nietzsche de rahatsız olmaktadır. Zaten Nietzsche’nin vicdan kavramına verdiği önemi bilmiyorsak, aradaki ayrımı da zor yaparız.

Yine de Nietzsche insanın içindeki vahşi yanı bir kenara bırakmaz, yani bunu uygun bulmuyor oluşu bunun insanda var olmadığı manasına gelmez. İnsanoğlu acıdan, acı vermekten zevk alan bir varlıktır, buna nedensiz zalimlik de denilebilir. Ancak Yunanlar bunu başarılı bir biçimde dönüştürmeyi-yönlendirmeyi bilmişlerdir, tragedyalar, destanlar vb. unsurlarla kendi yarattıkları karakterlere acıyı yaşatmışlardır, şiddeti sanatla yüceltmeyi öğrenmişlerdir. Hatta buna en iyi örnek Achilles’in, Hector’u öldürdükten sonra cesedini arabanın arkasında dolaştırmasıdır. Yunanlar sanat eserlerinde şiddeti yüceltirken, gerçek hayatlarındaysa rekabeti ön plana çıkarmışlardı. Bundan çıkaracağımız ders ise insanın doğasından vahşilik ve zalimliği çıkaramayacağımızdı, bunu da yok etmeye de çalışmamalı aksine bunu kabullenme cesaretini gösterebilmeliydik.

İşte insanoğlu bunu yönlendirmiştir. Fakat kendine doğru bir yönlendirme olmuştur bu. Yunanların tragedyalarla yaptığını, insanoğlu çileci idealler ile kendine yöneltmiştir. Doctor Strange’de de bahsettiğimiz İlk Günahı kabullenerek borçlu-alacaklı ilişkisinde çektiği çileye de razı gelmiştir. İnsanlar bu dünyada çektiği çilelerin karşılığı olarak öteki dünyada cenneten pay elde edeceği umuduyla çektiği hiçbir çileye ses çıkarmamışlardır, zaten ilk günahın borcu da buna engeldir.  İşte bu çileci ideallerin-köle ahlakının da soyluların ahlakını yenmesiyle rahipler ‘’hastanın zaten kendisi de hasta olan doktoru’’ olmuşlardır. Bu kavramı biraz açalım.

İnsan acıdan ve acı vermekten zevk duyan varlıktır demiştik. Ancak çileci idealler ve rahipleri soyluların eylemlerinin onları cehenneme göndereceği, yaptıklarının tanrının istediği şeyler olmadığını ve kölelerin sonradan mutluluğa kavuşacaklarını söyleyerek pek çok taraftar topladılar, muallak bir şekilde soyluları da etkilemeyi başardılar. Ancak şu vardı, acı insanı büyüten bir şeydi, diğer bir deyimle acı ve mücadele olmadan zafer ve büyüklük de olmazdı yani Nietzsche’nin deyimiyle ‘’İnsanı öldürmeyen şey güçlendirir’’ de diyebiliriz. Ama gel gelelim ki, dinler Tanrılara olan borcumuzu ‘’sonsuza dek’’ uzatmaktan başka bir şey yapmıyordu –yani bu borcu ödeyebilmek gibi bir imkanımız yoktu-, aksine bir yanağımıza tokat yediğimizde ötekini dönmemiz konusunda da telkinlerde bulunuyordu, takdir edersiniz ki bunun soyluca bir yanı da zaten yoktu. Kaldı ki savaşçı soyluların dünyası da böylelikle son buluyordu, aksine insanları barış içinde yaşamaya yönelten telkinler bunun yerini alıyordu bu da yıllarca savaşmaya alışmış insanı –savaşçı soylu erkekleri- bir boşluğa itiyor ve kendine yönelttiği eziyeti keskinleştiriyordu. Mesele Sigmund Freud da benzer şekilde, ilkel insanın günümüz dünyasındaki insandan daha mutlu olduğunu çünkü içgüdülerini çok daha az bastırmak zorunda olduklarını söylüyordu –uygarlığın bedeli olan tatminsizlikler-, keza Nietzsche için de bağımsız bireyi diğerlerinden ayıran en önemli şey, baskın içgüdüsünü dinleyebilmesiydi yani vicdanı. Bağımsız birey kendine egemen olabilmeliydi.

Peki çileci idealler tümüyle kötü müdür? Hayır. Çileci idealler tüm kötü özelliklerinin yanında, isyanı önleme ve hayata anlam katmayı, efendilerin kölelere yönelik şiddetini azaltmasını da sağlarlar. Fakat uyuşturucu niteliği gören bu ideallerin de iyi yanı, kötü yanına ağır basmaz. (Daha detaylı bilgi için bkz. Nietzsche-Julian Young)

Yukarda okuduğunuz satırlar filmimizin genel hatları esasında. Mesela Nietzsche, adaletin intikam demek olmadığını söyler, daha doğrusu kölelerin soylulardan intikam alma yolu çileci idealler olduğundan dolayı adaleti intikamdan ayırır. Bu yüzden film salt bir intikam hikayesi değildir, Wade Wilson ile Francis arasında ayrıca bir vaat (borçlu alacaklı) ilişkisi de vardır. Wade Wilson’a vaat edilen, kanserini iyileştirmek ve  onu bir kahraman yapmaktır, Wade de karşılığında üzerinde deney yapılması ve işkenceye razı gelecektir. Kanseri iyileştirilir ancak kahraman olma vaadi yerine getirilmez, aksine bir de köle olacaktır. Bu da yetmezmiş gibi, mutasyona uğradıktan sonra da işkencenin devam edeceğini anladığında anlaşma doğal olarak bozulur. Francis, ‘’Bir zamanlar ben de burada bir hastaydım’’ demesinden anlayacağınız üzere, ‘’hastanın kendisi de hasta olan doktoru’’ rolünü Francis üstleniyor. Ayrıca tanışma konuşmasında ‘’Süper güçlerin acısız bir şekilde kazanıldığını düşünüyorsan, yanılıyorsun’’ dediğinde de Nietzsche’nin acı ile ilgili görüşlerini görürüz. Yine Francis’in ‘’Yeni ve farklı yollarla, her biri en sonuncusundan daha acılı olacak. Ta ki nihayet mutasyon geçirene ya da ölene dek’’ dediğinde de ‘’İnsanı öldürmeyen şey güçlendirir’’ sözünü görmekteyiz (The Dark Knight filminde de Joker aynı sözü değiştirerek kullanıyordu, yani filmdeki Batman esprisi de boşuna değil). Yine Francis’in ‘’Bizden umudunuzu kesmeyi istemeyiz ama, değil mi?’’ dediğindeyse yine Nietzsche’nin ‘’Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır’’ sözü akıllarımıza gelmeli. Anlayacağınız Francis Freeman, burada çileci rahibin tam da kendisi oluyor.

Ne demiştik? Bu filmde özünde iki tane Ajax var, bir diğeri de Colossus. Bağımsız bireyin kendine egemen olması yani içgüdülerinin istediği biçimde hareket etmesi olduğunu söylemiştik. İşte burada Colossus, görenekleri temsil eden ve içgüdüleri bastırmaya çalışan kişi oluyor. Yine tıpkı çileciler gibi çözüm olmaktan da uzak, hatta biraz daha geniş açıyla değerlendirirsek, Francis eğer kötülüğü temsil eden olarak bir hastalıksa Colossus da onu tedavi edemeyen doktorudur. Çünkü Francis ile Colossus ilk karşılaştığında, Deadpool’un Francis’i öldürmesine müsaade etmediği gibi ellerinden kaçmasına sebep olur. Yine ikinci karşılaşmada neredeyse ölmek üzereyken Negasonic Teenage Warhead tarafından kurtarılır. Tek yaptığı ahlaki öğütler vermekten öte değildir de diyebiliriz. Aynı zamanda da Deadpool’un içgüdülerini bastırmaya çalışır, tıpkı çileci rahipler gibi ortaya bir dava sürmektedir –rahiplerin dini ütopyasıyla X-Men’in insan-mutant kardeşliği ütopyası- ancak bu davanın nihayete ereceği  de yoktur. Kısacası, bu filmde iki Ajax olduğu şeklindeki önermemiz felsefi bir temele de kavuşmuş olur. Zaten Deadpool da kendisini kesinlikle dinlemeyerek son noktayı koyar; ‘’Eğer süper kahraman taytı giymek, psikopatların canını bağışlamak anlamına geliyorsa, belki de benim hiç giymemem gerekiyordu.’’

Bu kadar mı? Tabii ki hayır. Weasel’in barına gidelim. Burada gördüğümüz kişiler kiralık katıl-paralı asker ve çoğu önceki hayatında da benzeri işlerde çalışanlar. Bu kişileri yeni bir hayata ayak uyduramayan kişiler olarak da düşünebiliriz veya en iyi yaptıkları işi yapan kişiler olarak da düşünebiliriz. Ama hiç değilse Wade Wilson üzerinden bir yorum yapabiliriz ve özel kuvvetler eski üyesi olarak tam da söylediğimiz profilde birisi; bir savaşçı. Yine barın içinde de gördüğümüz üzere kimsenin birbirine kibar olmak gibi uygarca davranış sergileme ihtiyacı yok, içgüdüler ve istekler hakim. Fakat biz bunu izlerken rahatsız olduk mu? Olmadık, çünkü bu duygulara aşinayız. Deadpool’un iz sürdüğü ve tek tek ava çıktığı sahnelerde kimi zaman kahkaha atarak, kimi zaman zevk alarak insanları öldürdüğünü görüyoruz veya kendisi dayak yerken Negasonic Teenage Warhead’in güldüğünü görüyoruz ki bu da yukarda bahsettiğimiz şiddet ve insan arasındaki ilişkinin görsel olarak karşımıza çıkan halidir. Mesela Weasel’in ölüm listesinde Wade’in ölümüne para yatırmasını ahlaki bulmayabiliriz, ancak Nietzsche’in ‘‘Egoizm, asil bir ruhun temelidir’’ dediğini düşünürsek, film kendi içindeki felsefe tartışmasına aykırı bir harekette bulunmamıştır da diyebiliriz, ki zaten Nietzsche ahlak kavramına da karşı bir filozoftur.

Yine Nietzsche’nin öngördüğü şekilde ‘’Her otorite karşısında alınan tavırda olduğu gibi, düşünmemek, pek de konuşmamak gerekiyor. Dünya var olduğundan bu yana hiçbir otorite kendisinin eleştiri konusu yapılmasına istekli görünmemiştir’’cümlesinde yine Wade Wilson-Francis Freeman ilişkisini görüyoruz, daha doğrusu Francis’in motivasyonunu  tekrardan anlıyoruz. Fark edilmediğini düşündüğüm bir nokta da, Deadpool’un Nietzsche’nin felsefesine dair aslında en büyük ipucunu verdiği iki kısım. Filmin başına geri dönüyoruz, Wade Wilson, Francis’i yakalamak için yola çıkıyor, taksiye biniyor ve Dopinder ile tanışıyor, silahları yanına almadığını fark ediyor, ona tavsiyeler veriyor ve para vermeden iniyor ve kalabalık bir kafileyle savaşa tutuşuyor. Sonra yine Francis’i yakalamak için yola çıkıyor, tekrardan Dopinder’a tavsiyeler veriyor, para vermeden iniyor ve silahları yanına almadığını fark ediyor ve yine koca bir kalabalıkla savaşa tutuşuyor. Yani bir döngüden söz ediyoruz, bengi dönüşten… Yeterince anlattığımız bu kavrama tekrar dönmeye gerek yok, bilmemiz gereken hayatın bir döngüden ibaret olduğu, yani bizim bugün üzüldüğümüz, sıkıldığımız veya sevindiğimiz şeylere geçmişte pek çok insan da sevindi veya üzüldü ya da kendi hayatımız içinde de benzer durumlarla karşılaştığımız oldu. Bu kavramda unutulmaması gereken şey, bengi dönüş tıpa tıp aynılık demek değildir yani bir olayın tıpa tıp aynı şekilde tekrar etmez, kişiler-konular döneme göre farklılık gösterebilir.

Bengi dönüşü de gerçekleştirdiğimize göre sıra tabii ki amor fati (kaderini sev) kısmında. Kanser olduğunu öğrendiğinde ölmek veya deney programına dahil olmak gibi iki seçeneği olan Wade, deneyler sonucu eski güzelliğini kaybetmiştir. Bu yüzden tekrar Vanessa’ya dönemiş ve yine iki seçenek arasında kalmıştır, ortadan tümüyle kaybolmak veya eski güzelliğine kavuşmak için Francis’i yakalamak. İşte bu seçimlerden aldığı kararlar onu filmin sonundaki savaş kadar sürüklemiştir, bunları ve bundan sonra olacakları da amor fati ile karşılamış mıdır?  Artık süper kahraman taytını giydiğine ve filmde de gördüğümüz üzere döngüye girdiğine göre –kötülükle sonu gelmeyecek mücadele diyebiliriz- yapması gereken bu bengi dönüşü olumlamaktır. Filmin daha başlarında da Wade, ‘’Hayat, arada bir mutlu reklam arasının verildiği uçsuz bucaksız bir tren kazası gibidir’’ dediğinde aklımıza yine Nietzsche’nin ‘’İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır’’ sözündeki aynı ton gelmeli, zaten iki cümle de özünde aynıdır. Bu tren kazasında Wade, artık yeni yüzüyle yaşamak zorundadır, güçleriyle beraber gelen olumlu veya olumsuz pek çok şeyle yüzleşecektir ama bunu olumlamakta mıdır? Evet, Vanessa sayesinde filmin sonunda artık şikayet edip sızlanmayı bırakmış ve artık övünülecek bir ‘’süper penisi’’ olduğunu da hatırlamaya fırsat bulmuştur. Yani artık üstün-insan olmaya tümüyle hak kazanmıştır da diyebiliriz.

Son olarak, Deadpool’un başarılı olmasının sırrı işte yukarıda anlatılanlarda gizli. Bu kadar yoğun bir hikayeyi oldukça kısa sürede ele alıyor oluşu da ikinci başarısı. Üçüncü başarısıysa sırrını neredeyse hiç açık etmeden hikayesini anlatıyor olması. Ve bunların hepsini diğer süper kahraman filmlerine göre gerçekten kısıtlı bütçeyle yapmış olması. Hikaye içerisinde bu kadar çok şey harmanladığında elbette film bir esintiler bütünü olmaktan ziyade orijinal bir hal alıyor. Nergis esintili araba kokusunu ya da Wade ile Vanessa’nın tanıştığı o ilk anda Narcissus ile Echo’nun tanışmasını göremeseydik, filmin bunca yönünü belki asla kavrayamazdık. Örümcek ağı gibi her noktası birbiriyle sıkı sıkıya bağlı filmimizde sadece ağın bir noktasına takılmak yeterliydi, gerisi kendiliğinden geldi. Yine film üstün-insana getirdiği yeni yorumla beraber Nietzsche’nin çizgi romanda Superman ile sınırlı olan o klasik halinden sıyırdı, üstün-insanın bir diğer yüzünü seyirciyle buluşturdu ve bunu da felsefenin kendisinden hiç kopmayarak yaptı. Tıpkı 1978’deki Superman orijin filmi gibi bu felsefeyi başarılı bir şekilde ele alan bu filmin, Superman’in klasikleşmiş müziğini kullanarak ikinci filmi tanıtması yine aynı felsefenin yolunda gidileceğinin bir göstergesi. Hal böyleyken, kesin yorumlar yapabilmek için bize de önümüzdeki filmi beklemek düşüyor tabii ki. Chimichanga!

 

 

Yorumlar