Superman: Secret Origin hikayesi bugün güncelliğini son değişimlerle beraber koruyan bir eser. Ayrıca Frank Miller’in yazacağı Superman: Year One ve M. Brian Bendis’in yazacağı Man of Steel hikayesiyle de düşünülünce güncelde pek çok orijin hikayesi okuyacakmışız gibi görünüyor. Ancak şimdiye kadar yazılmış olanların içerisinde, dürüst konuşmak gerekirse, en zayıf halkanın şimdilik bu hikaye olduğunu söyleyebiliriz. Geoff Johns’un aslında genel sıkıntısı bu, Superman veya Batman gibi karakterlere pek yeni şeyler katamazken genellikle karakterlerden çok şey alıp götürüyor. Mesela Batman: Earth One hikayesinin özellikle Batman’in karakterini oluşturmak açısından pek başarılı olduğunu söyleyemiyoruz. Ama tam tersi durumla, mesela Green Lantern veya Flash gibi karakterlerde de Geoff Johns oldukça iyi işler çıkarttı. Yani eline aldığı karakterlerin popülerliği arttıkça yazarın başarısının düşmesi gibi bir ters orantı söz konusu. Bu yüzden lafı pek de uzatmadan, elimizdeki hikayenin pek de iyi olmadığını söyleyebiliriz.
Hikaye aslında herhangi bir Superman hikayesinin içermesi gereken her şeyi içeriyor. Felsefi olarak dayandığı temeller olsun, medya göndermeleri olsun, fazlasıyla bilindik bir hikaye. Ayrıca Gary Frank’in çizimleri sayesinde Christopher Reeve’in oynadığı bir Superman filmi izlermiş gibi okuyoruz elimizdeki hikayeyi. Biraz konusunu anlatmak gerekirse, hikaye Clark Kent’in çocukluğundan başlayıp aşama aşama Superman oluşuna kadar ilerliyor yani yok olan bir Kripton, mısır tarlasına düşen bir roket veya herhangi bir Yalnızlık Kalesi yine görmüyoruz. Her ne kadar kapak çizimlerinde 1978 yılındaki filmi esas alan bir Yalnızlık Kalesi çizilmiş olsa da… Bu süreçte tabii ki Smallville günleri ve Pete Ross, Lana Lang gibi isimleri tekrar görürken bunun yanında kısa bir Superboy dünemine ve Legion of Superheroes ile tanışmasına tanıklık ediyoruz, ki işin içinde onlar varken de gelecek ile ilgili şeyler görmezsek olmuyor tabii. Sonrasında da Metropolis günleri başlıyor ve şehrin, şehir halkının ne derece çöküntü içinde olduklarını görüyoruz. Bu oldukça bilindik bir hareket, genellikle Batman’de de bunu Gotham Şehri için görürüz, kahramandan öncesi ve sonrasını görmemiz için yazarlar tarafından yapılan bilindik bir hamledir. Tahmin edersiniz ki, kahramandan öncesi oldukça kötüdür. Sonra Superman’in sırasıyla önce Parasite ve sonra da Metallo ile giriştiği mücadelelere tanık oluruz.
Buraya kadar bir sıkıntı yok gibi. Ancak Geoff Johns ortaya orijinal bir eser koyabilmiş mi? Kesinlikle hayır. Bu hikaye yazılana kadarki neredeyse her materyalden bir parça kopararak kendi hikayesini deyim yerindeyse yamamış gibi bir havası var. Özellikle film ve dizilerden beslenen yazarın bu hamlesi apaçık gözüküyor. 1978 Superman filmi beslendiği en önemli kısım, sonra onu Smallville dizisi takip ediyor ve en sonunda da Lois and Clark: The New Adventures of Superman dizisi… Mesela hem Clark Kent hem de Lex Luthor’un Smallville’de büyümüş olması, Lois ve Clark’ın ilk haber maceralarında Lois’in onu yanıltması, Lois ve Superman’in bir helikopter kazasında tanışması, ve Kripton’a ait imgelerin tanıdık olması hep buna işaret. Ayrıca burada not düşelim, Man of Steel filminde, Clark’ın özellikle Smalville günleri ve babası Jonathan Kent ile diyalogları bu hikayeden besleniyor.
İşte buradan bir noktayı çekip alırsak, eseri incelemeye başlayabiliriz. Clark ve Lex Luthor’un Smallville’de büyümüş olması kısmı birkaç noktayla birlikte düşünüldüğünde yorumlanabilecek bir mevzudur. Mesela bunu aynı kaynaktan beslenmek olarak yorumlayabilir miyiz? Tabii ki yorumlayabiliriz, ki zaten amaç da odur. Aşağı yukarı aynı yaşlardaki iki çocuk, diğer geri kalanların hepsinden farklıdır, birisinin insan-üstü yetenekleri vardır ötekinin insan-üstü bir zekası ve ikisi de kendilerini insanlardan soyutlamayı tercih etmiştir. Yani pek çok açıdan ikiz gibidirler. Mesela hemen burada söylenmesi gereken bir husus var. Kolu kırık olan Pete Ross’un alçısında Lucy Perkins ismini görmemiz. Peki kimdir bu kişi? 1865 ve 1937 yılları arasında yaşamış olan Lucy Fitch Perkins, çocuklar için yazdığı hikayelerle ünlüdür, ayrıca illüstratördür. En ünlü yapıtları ise ”İkizler serisi” olarak bilinen ve yirmi altı kitaptan oluşan seridir. İşte küçük bir karede yapılan ince bir göndermeyle, neden bu yorumu yapmamız gerektiğini anlıyoruz. Zaten üstün-insanın Lex Luthor mu yoksa Superman mi olduğu konusunda yapılan tartışmalar yeni değil, bu yüzden Superman’i gördüğümüz her yerde Lex Luthor’u görmek pek şaşırtıcı değil. Ama bu eser içinde şaşırtıcı olabilecek bir kısım mevcut. Martha Kent küçük bir pasajda hızlıca bir cümle söyler, büyükannesinin Amerika’ya Almanya’dan geldiği hakkında bir bilgi verir. O birkaç panelde gerçekleşen konuşma fazlasıyla ilgi çekicidir; ”…Mirasımı kucaklamama yardım etti. Geldiğin yer hakkında çok da bir şey bilmiyoruz ancak mirasını hep birlikte benimsememizi istiyorum.”
Clark Kent bu cümleyi sorunca doğal olarak ”Ya orası kötü bir yerse?” diye karşılık verir. Jonathan Kent de bu soruya ‘Eğer seni bize vermişsse, Clark, kötü olamaz” diyerek cevap verir. İlk bakışta dümdüz kurulmuş basit sevgi cümleleri gibi görünüyor ancak burada tartışılan konu mirasın benimsenmesi. Ve bu bir-iki panelde cümlenin içine Almanya karışıyor. Tabii ki bu kadar şey bizi, Superman’in fikir atasına yani Nietzsche’ye ulaştırıyor. Şunun farkında olmamız gerek, eğer süper kahramanlar hakkında konuşuyorsak konu zaten kendiliğinden bu filozofa bağlanır. Çünkü üstün-insan teorisiyle kahramanlık hikayeleri arasında genellikle ilişki bulunur. Tabii sadece kahraman değil, düşünceyi konumlandırışa göre kötü karakterde de kendini gösterebilir. Ki Superman hikayelerinde bu Lex Luthor’da karşımıza çıkar. Bu yüzden karşımıza sürekli Nietzsche’nin çıkmasına şaşırmamak hatta kızmamak gerekiyor. Ayrıca Nietzsche’nin çok meşhur olan ”Siz yükselmek isteyince yukarı bakarsınız ben ise aşağı bakarım, çünkü ben yükselmişim” sözü bu çizgi romanda pek çok sefer karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Lex Luthor her seferinde Metropolis halkını yüksek bir platformdan selamlar, halk onun kendisini seçerek hayatını kurtarması için birbirini ezerken o yüksek platformunda keyiflidir. İşte burada Nietzsche’nin düşüncesinden küçük bir nokta daha yakalarız. Nietzsche, en büyük kötülüğün umut olduğunu söyler çünkü onun deyimiyle umut işkenceyi uzatmaktadır. Lex Luthor’un da yaptığı budur, her gün aynı saatte huzuruna çıkacak bir insanın hayatını değiştireceğini söyleyerek, içinde yaşadıkları koşulları iyileştirebileceği umudunu verir.
Burada Superman’in, kitabın sonlarında, Metropolis halkına verdiği öğüt kesindir, halkın Superman dahil kimseye kurtarıcı gözüyle bakmamasını ister. Umut etmek yerine oldukları hali kabullenip olumlu bir değişim için adım atmalılardır. Burada bitmiyor elbette, Martha’nın, Kal-El’in Dünya’ya geldiği roketi yanlışlıkla aktive etmesiyle bir kare beliriyor. Bu karede Brainiac, General Zod ve ekibi ile son olarak Doomsday görülüyor. Yani bunlar geçmişte Kriptonluların başına bela olmuş ve zaten sonradan Superman’in de başına bela olacağını bildiğimiz kişiler. Burada da bir döngünün gerçekleştiğini veya gerçekleşeceğini apaçık şekilde gördüğümüze göre, Nietzsche’nin bengi dönüşünün hikayede kendine yer bulduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle hem Lex Luthor’un hem de Superman’in Smallville’den -yani aynı kaynaktan- gelmeleri daha anlamlı olur, onlar aynı kaynağın apayrı yorumlanmış ikizleridir. Hikayenin sonunda insanlar artık bir platformdaki adama bakmazlar, önceden pek de önemli bir şey olmadığını düşündükleri şeyi yaparlar, gökyüzüne bakarlar. Yine Nietzsche felsefesindeki Apollon-Dionysos çatışması, mucizelere inanmayan Lex Luthor’un aklı temsil eden Apollonlaşması ve Superman’in de dolayısıyla bir mucize olarak Superman’in de Dionysoslaşmasından söz edebiliriz. Lois Lane ”Sen bir insan mısın yoksa uzaylı mı?” diye sorduğunda da Superman’in ”Ben Superman’im” dediği son sayfalarla felsefe doruğuna ulaşmış olur. Ubersmench’in sözlükteki ilk karşılığının Superman olduğunu söylememize gerek yoktur sanırım.
Ancak bu hikayede belki de önünde saygıyla eğilmesi gerekilen muhteşem bir eleştiri var. Medya eleştirisi… Şehri istediği gibi dizayn etmiş olan Lex Luthor, tabii ki medyayı da eline almıştır. Manşetlerde görmek istediği türden başlıklar, duymak istediği türden haberler vardır. Bir gazete hariç, o da Daily Planet. Neredeyse batmak üzere olan bu gazete, Lex Luthor ile uğraşmaya cesaret edebilmiş tek gazetedir. Ancak Perry White gibi bir gazeteci bile onun karşısında pes etmek zorunda kalmıştır. Medyadaki yozlaşmaya, yaratılan-estirilen korkuya ve hissettirilen zorbalığa dair tek bir sayfada geçen diyalog Geoff Johns’un belki de bu hikayede yaptığı en iyi şey. Tabii buradan çıkacak sonuç, Daily Planet’in yalakalık yapmadığı için batması kadar diğerlerinin de yalakalık yaptığı için hala rahatlıkla varlığını sürdürdükleri gerçeğidir.
Yine Metropolis halkına baktığımızda, Gotham Şehri’ni andırırcasına, bir yozlaşmışlık örneğini görürüz. Yani Metropolis, içinde suçlular barındıran bir rüya şehir olmaktan çok, dışarıdan bakıldığında güzel bir şehir görünümü kazanmıştır. Mesela Superman for All Seasons hikayesinde de Metropolis hep ulaşılmak-gidilmek istenen şehirdir ancak böylesine yozlaşmış şekilde resmedilmemiştir. Ayrıca şehir bir tezat barındırır. Clark Kent, Daily Planet ofisine adım attığında bir masaya sabitlenmiş ”Quiet” levhası göze çarpar ancak ofiste bunun yerine tam bir karmaşa hakimdir. Şehirde herkes bir koşuşturmaca içindedir ancak Jimmy Olsen’in dediği gibi ”Bu şehir pirelerin ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayan bir köpek gibidir” durumu hakimdir. İşte bu yüzden orijin hikayesinde Parasite gibi bir düşmanın seçilmesinin temeli hazırdır. Metropolis vatandaşlarından bize gösterilen örneklerden biri olan Rudy Jones, gerçek manada bir parazit olmadan bile yaşamını zaten bir parazitmişçesine insanlardan faydalanarak sürdürmektedir ve bu konuda pek çok Metropolisliden farklı değildir.
Bitirmeden çizimlere de değinelim. Gary Frank gerçekten iyi bir çizer, buna şüphe yok. Panelleri gerçekten çok güzel kurguladığı gibi aynı zamanda devamlılık sayesinde kimi zaman kitap okumaktan çok film izliyor gibi hissedebiliyorsunuz. Örneğin burada gördüğümüz gibi Christopher Reeve’den esinlendiği Superman tasarımıyla da oldukça güzel bir okuma deneyimi yaşatıyor. Ama bu çizimlerin kötü bir noktası da var. Eğer Gary Frank’in çizer olduğu birkaç cildi elinize alıp okursanız, hikayenin sonunu görmeden kimin kötü adam olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Nasıl mı? Çok basit, eğer mimikleri diğer karakterlerden ayrılacak şekilde iticiyse hatta ağız mimikleri fazla iticiyse karakter ilerleyen sayfalarda kötü adam olarak karşınızda beliriyor. Eğer bilindik kahramanların az çok takipçisiyseniz ve biraz da kötü karakterleri tanıyorsanız sıkıntı yok ancak karakteri yeni tanıyacaksanız ve bu durumu ilk birkaç sayıda çözdüyseniz okuduğunuz çizgi romanın hiçbir büyüsünün kalmayacağı da bir gerçek. Bunun dışında tüm karakterlerin ağız mimikleri zaten sıkıntılı ve yer yer göz zevkini bozuyor. Detaysızlık ne kadar kötüyse gereksiz noktalarda fazla detay da bir o kadar kötü diyebiliriz.
Sonuç olarak, eğer Superman okumaya başlayacaksanız Superman: Secret Origin hikayesi kesinlikle iyi bir başlangıç değil. Kendinden önceki uyarlamalardan fazlasıyla etkilendiği ve kendisinden sonraki hikayeleri de etkilediği bir gerçek olsa da, bu durum hikayenin iyi olduğunu gösteren bir ölçüt değil, en azından tek başına yeterli değil. Eğer Superman ile alakalı yayınları takip ediyorsanız ve fazladan okuma yapmak istiyorsanız tercih edilebilir. Karakteri tanımak için her öğeyiiçinde barındırıyor olabilir ama aynı karakterin aynı kulvarda yarışan pek çok hikayesi mevcutken içlerindeki en zayıf halkanın bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii kendisinden sonra yayınlanacak hikayeler bundan daha kötü bir deneyim yaşatırsa, ki ben M. Brian Bendis’in yazacağı orijin hikayesinden de pek umutlu değilim, onu da ayrıca tartışırız. Bir sonraki incelemede görüşmek üzere, hoşçakalın.