Joker 2019’un en çok ses getiren filmlerinden biriydi. Ben en son söyleyeceğimi en başta söyleyerek filmin başarısız bir çizgi roman uyarlaması olduğunu dile getirmeliyim. Çünkü mevcut formülle aklınıza gelen her fikri meşhur bir çizgi roman karakterine yamayarak ve alakasızca izleyicinin önüne koyabilirsiniz. Bu nedenle ticari bir kaygı da güttüğü her yönden belli olan bu tercih fazlasıyla rahatsız edici. Bunun yanında bir dizide veya filmde tek bir karaktere yüklenilmesinden rahatsız olurum. Örneğin, X-Men filmlerinde Magneto buna güzel bir örnektir. İlk iki film hariç her filmde karaktere o kadar yüklenilir ki, bir noktadan sonra izleyiciyi yakalamaktan çok karakteri izleyiciye kabul ettirmek için her yönden saldırıya geçmek halini alır. Mystique’i pek çok defa kaybeder, aile kurma çabaları her filmde hüsranla sonuçlanır, Charles Xavier ile biten dostluklarından dem vurulur, epik bir şekilde kaybeder ve her defasında epik bir şekilde kaybetmek için geri döner ve her defasında aynı şeyleri izler dururuz. Karakter acıyla yüklenir ve izleyicide bir noktadan sonra beğeniden çok acıma duygusu uyandırmaya başlar. Bu yüzden bu filmde de Arthur Fleck karakterine bu şekilde bir yüklenilme söz konusu. Acılardan acı beğeniyorsunuz. Karakterle özdeşleşmek yerine karaktere hissettiğiniz acıma duygusuyla filmi izlemeye devam ediyorsunuz. Kısacası aslında film karakter vasıtasıyla izleyiciyi bir duygu bombardımanına maruz bırakıyor. Karakteri ne tam manasıyla beğenebiliyor ne de karakterden vazgeçebiliyorsunuz. Bu filmde de Joker olana kadar Arthur Fleck tamamen arabesk bir karakter olmaktan öteye gidemiyor.
Film kötü bir çizgi roman uyarlaması, peki iyi bir film mi? Gerçekten iyi bir film ancak abartıldığı kadar iyi bir film kesinlikle değil. Yazılan metnin haricinde oyunculuklar, mekanlar, minimal bir film olma çabası gerçekten çok güzel ve çok başarılı. Yönetmenin size vermek istediği o dibe çakılmışlık duygusundan kurtulamıyorsunuz. Ancak bu filmin en çok dile getirilen özelliğinin sistem karşıtlığı olmasına rağmen aslında film bunu yüksek perdeden de yapmıyor, zaten filmin sonunda değişen hiçbir şey de olmuyor. Koskoca bir toplum ayaklanıyor ancak işin sonunda karakter kendini tımarhanede buluyor. Sistem karşıtı olduğu iddia edilebilir ancak bir noktadan baktığınızda da yıkılmayan bir sistemle de toplum ayaklansa dahi değişen bir şeyin olmadığını da yine filmin kendisi söylüyor. V for Vendetta’ya pek çok defa göz kırpsa da film kesinlikle o mertebeye çıkamıyor. Yani film dile getirildiği kadar sistem karşıtı değil, sadece izleyicilerin önemli bir çoğunluğu böyle olduğunu iddia ediyor o kadar.
Şimdi, filmin göndermeleri hakkında pek çok defa konuşuldu pek çok şey de söylendi. O yüzden Taxi Driver ve The King of Comedy filmlerine burada hiç girmeyeceğiz. Zaten mevcut köşenin amacını da biliyorsunuz, film hakkında kimi zaman felsefi kimi zaman tarihi okumalar yapmak, yani filmin kaynağına-esinlenildiği noktaya inmek. Bu yüzden genellikle uzun zaman sonra filmin bu tarz bir okumasını yapmak mümkün oluyor. Bu filmde politik bir okuma da yapmak mümkün ama en kısa yoldan yukarıda zaten yaptık. Bahsi geçtikçe olumlu veya olumsuz değineceğim özel noktalara ise aşama aşama geleceğiz.
Film aslında çok önemli bir tarihi karakterin hayat hikayesini anlatıyor bizlere. İmparator Nero’yu duymayan yoktur, ülkemizdeki komedi filmlerinde bahsi geçmiş, tarih derslerinde Roma’yı yakmasıyla adı mutlaka anılan kişi. İşte filmde Arthur Fleck karakteri tam da bu kişiden uyarlanıyor. Dolayısıyla Penny Fleck de Nero’nun meşhur annesi Agrippina’dan esintiler taşıyor. Agrippina, tarihe en az Nero kadar kötü ve deli olarak geçmiş Caligula’nın kız kardeşi, hırsları olan bir kadın ve tek oğlu imparator olana kadar da elinden gelen her şeyi yapıyor ama bu isteği yine kendi çıkarından dolayı. Narsisist bir kişiliği olan Agrippina önce Roma’dan sürgün ediliyor, sonra pek çok evlilik yapıyor, oğlunu imparator yapabilmek için dönemin imparatoru Claudius ile de evleniyor ve Claudius da Nero’yu evlat ediniyor. Bu süreçte tahtın olası varisi olarak görünmeyen Nero, Agrippina tarafından düzenlenen bir dizi komplo ve suikastin ardından tahta geçecek isim oluyor, buradaki önemli nokta Claudius’un gerçek oğlu Britannicus’un da ilerleyen tarihlerde Nero tarafından ortadan kaldırılmasıdır. Britannicus’un ortadan kaldırılmasının sebebi de yine Agrippina’nın entrikaları ve oğlunun yerine Britannicus’u tahta geçirme isteğidir. Çünkü oğlu ile arasında güç savaşları başlamıştır ve doymak bilmez güç isteği sonu olmuştur.
Penny Fleck de filmde bir akıl hastası olarak karşımıza çıkıyor. Oğlunu ve kendini yaşadığı kötü hayattan kurtarmak için Thomas Wayne’e bel bağlamış durumda. Ayrıca oğlunun biyolojik babasının da Thomas Wayne olduğuna inanıyor ancak filmin ilerleyen dakikalarında göreceğimiz gibi bu gerçek değil. Nasisistik kişilik bozukluğundan muzdarip Penny Fleck, kendisini Thomas Wayne’in ilk aşkı zannediyor. Wayne ailesinin büyük oğlu olduğunu düşündüğü Arthur’un ise bu durumdan haberi yok. Evlatlık olduğundan ve daha pek çok şeyden de haberi olmadığı gibi. Oğlunun çektiği acılara tam da hastalığının bir belirtisi olarak kayıtsız kalmış, umursamamış ve ona hayatı boyunca boş umutlar vermeye devam etmiştir, onca telkin ve tedaviye rağmen vereceği son umut da hayatına mal olacaktır. Tıpkı Agrippina-Nero ilişkisi gibi, Penny’nin ölümü de oğlu Arthur’un elinden olacaktır.
Demiştik, Nero’nun ünü daha çok Roma’yı yakma söylentilerinden gelir. Roma şehrini kendi beğenilerine göre yeniden inşa etme isteğinden dolayı bunu yaptığı ve şehir yanarken sahne kıyafetleriyle lir çaldığı öne sürülmüşse de bunu iddia edenler daha çok dönemin resmi tarihçileri veya onları kaynak edinenlerdir. O dönemin eserlerinin hepsinde farklı farklı suçlamalarla itham edilmiştir. Ancak bu yazılanların daha çok Nero’nun meşruiyetini sorgulatmak ve tahttan indirilişine haklı sebepler bulmak için olduğunu söylesek pek de yanılmayız. Çünkü zaman geçtikçe Nero farklı tarihçiler tarafından imalarla başlayarak aklanmaya başlamış ve bugün okuduğumuz gibi Roma’nın neredeyse tamamının yandığı malum olayda Nero’nun yangın söndürme çalışmalarına bizzat katılmış olduğu tarih kayıtlarına geçmiştir. Ancak dönemin kayıtlarında senatörler ve tüm üst sınıf mağdur ilan edilirken Nero ve ona sempati besleyen herkes de şeytan ilan edilmiştir.
Nero, alt tabakalardaki herkesin sevgisini kazanmış birisiydi. Sık sık onların arasına karıştığı da söylenir. Senatörlerin alt tabakayı ezmek için aldığı ekonomik kararların önüne geçmiş, ilk birkaç yılı hariç saltanatı boyunca üst tabakanın başına bela olmuştur. Dönemin yazını saltanatının ilk yıllarını yani Senato’nun işlerine karışmadığı ve yönetimden uzak durduğu zamanlarda hakkında övgüyle bahsederler. Senatonun azat edilmiş kölelerin eski sahipleri tarafından özgürlüğünün tekrar alınabilmesi hususundaki düzenlemenin önünde durmuş, ekonomik düzenlemelerle alt tabakanın vergi yükünü hafifletmeye çalışmıştır ve alt kesimin sorunlarına karşı ilgilidir. Rüşvetle ve yolsuzlukla mücadele etmeye çalışmış ve bunun için yasaklar getirmiş, Roma İmparatorluğu’nun doğusunda özellikle Yunan halkı arasında sevilen bir figür haline gelmiştir. Saltanatının son yıllarında üst tabakanın mallarına el koymaya başlaması ve öldürtmesiyle komplolar ve tahttan indirme teşebbüsleri artmaya başlamıştır. Kısacası Nero’nun sonunu getiren şey alt tabakayı destekleyen politikalarıdır. Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa uzanan tarihi boyunca alt tabakayı destekleyen herkes gibi Nero’nun sonunu da Senato ve üst tabaka getirmiştir. Tahtını kaybedip köşeye sıkıştığını anladığında da intihar etmiştir.
Nero, Roma İmparatorluğu tarihinin en renkli kişisidir de. Saltanatının başında annesiyle ve sonrasında Senato ile güç mücadelesine girişmiş olsa bile esas ilgilendiği sanattır. Senato ve üst tabakanın tüm hor görmelerine rağmen tiyatroyla ilgilenmiş, önceleri özel gördüğü kişilere sonrasında alt tabakaların içine karışarak şarkılar söylemiştir. Roma şehrini layık olduğunu düşündüğü hale getirebilmek için çalışmalar yaptırtmıştır, anlatılanlara göre bu uğurda devletin kasasının boşalmasına sebep olmuş ve metrelerce yüksekliğinde heykelini dikmek istemiştir. Olimpiyatlara katılmış ancak anlatılara göre hiçbir yarışı kazanamamasına rağmen imparator olmasından dolayı her yarışın kazananı ilan edilmiştir. İlk iki eşinin ölümüne sebep olduğu iddia edilir ve üçüncüsünün de hadım edilmiş bir erkek (Sporus) olduğu yazılıdır.
İşte filmde de medya Roma İmparatorluğu’nun tarihçilerine benzer bir görevle karşımıza çıkar, Thomas Wayne’i de bunun sözcülüğünü yaparken izleriz. Metroda öldürülen üç genç hakkında haberler yapılırken onlar melek ve onları öldüren palyaço ise şeytan ilan edilir, Thomas Wayne için katil, hem korkak hem de hayatında başarılı olanları kıskanan biridir. Ancak ortada bir melek veya şeytan yoktur, Thomas Wayne bizzat tanışmadığı çalışanları için methiye düzerken alt tabakaya neredeyse kin kusar. Murray Franklin için Arthur Fleck’in makyajı alt tabakadaki ”Palyaço İsyanına” destek olmak gibi algılanır, program esnasında konuşulanları ise kendini acındırmak olarak görür, tıpkı Nero’nun alt tabakayı desteklemesinin popüler olma çabasına bağlanması gibi. Yine filmde bazı anlatılardan esinlenilir. Gotham şehri mecazi anlamda yanarken, Joker arabanın üstünde dans eder ve çok mutludur, tıpkı Roma yanarken sahne kıyafetleriyle lir çalan ve şarkı söyleyen Neron gibi. Arthur’un çabası komedyen olmaktır, annesi dahil herkesin aşağılamalarına rağmen bunu ister, Nero’nun herkese rağmen aktör olmak istemesi gibi. Yine Arthur köşeye sıkıştığında intihar etmeyi düşünür, hem ölümünün bir anlam ifade etmesi hem de kurtulmak için niyeti de son ana kadar budur, tıpkı Neron’un intihar etmesi gibi. Aslında bu rol Joaquin Phoenix için biçilmiş bir kaftan çünkü 2000 yılında izlediğimiz Gladiator filminde yine Senato tarafından gladyatör olma sevdası yüzünden (çünkü gladyatörlük kölelerin işidir) ayıplanan, yine bir yangın ertesinde Roma’yı kendi adına yeniden inşa ettirmeye kalkışan İmparator Commodus’u da yine kendisi canlandırmıştır.
Tabii karakterlerin isimleriyle bunların mitolojik bağlantıları için bir parantez açalım. Penny, Penelope isminin kısaltmasıdır ve Penelope, Truva Savaşı’na giden kocası Odysseus’u onlarca talibine rağmen umutla ve sadakatle bekleyen eşidir. Penny’nin bir gün Thomas Wayne’e ulaşabilme ve onunla tekrar beraber olma umudu gibi. Arthur ismi ise Kral Arthur’dan gelir ve Kral Arthur evlatlıktır, gerçek babası ise Camelot kralı Uther Pendragon’dur. Filmde Arthur’un kısa süreli de olsa kendisini bir nevi Gotham’ın kralı olan Thomas Wayne’in oğlu zannetmesi ve sonradan evlatlık olduğunu öğrenmesi mitlere göz kırpıyor.
İkinci ve en büyük bağlantı ise Charlie Chaplin ve onun Modern Zamanlar filmi. Önce Charlie Chaplin’in hayatını çok kısaca anlatalım. 1889 yılında doğan Chaplin, fakir bir ailenin çocuğudur ve daha çok küçükken babası annesini terk etmiştir. Sahne adı Lily Harley olan annesi Hannah Harriet ilerleyen yıllarda ruhsal açıdan dengesizleşmeye, sesini kaybettikten sonra da psikolojik sorunlar yaşamaya başladığında rehabilitasyon merkezine yatırılmış, farklı babadan olan kardeşi ile birlikte babasının yanına gitmiş ancak babası da alkolden ölmüştür ve bu yaşandığında Chaplin henüz on iki yaşındadır. Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan sonra Hannah’ın durumu daha kötüye gitmiş ve bu yüzden çocuklar çok kötü koşullardaki bakımevine yollanmışlardır. Burada oldukça yoksul, kimi zaman sokaklarda ve kötü şartlarda yaşadıktan sonra iki kardeş sahnelere çıkmaya başlamıştır ve küçüklüğünden beri sahne tozu yutan Chaplin efsanesi doğmuştur. Modern palyaço lakabı da takılan Chaplin, ”Ben, tek bir şey olarak kalacağım, sadece tek bir şey olarak; o da bir palyaço. O beni herhangi politikacıdan daha yükseğe ulaştıran bir uçak.” sözüyle hem lakabını benimserken hem de politikaya ve politikacılara kafa tutmuştur, çünkü politika onun bir dönem şeytan ilan edilmesine sebep olan şeydir. Kapitalizmin paranoyak çağlarında kapitalizmi, Nazilerin ve faşistlerin dost olduğu zamanda totaliterliği eleştirmesiyle ”günün” politikacıları ve onların yalakaları tarafından şeytan ilan edilmiş olmasına rağmen, tıpkı aynı kaderi paylaşanlar gibi, kendisi geleceğe imzasını atmıştır.
Chaplin’i ünlü eden karakter ”Tramp” yani ”Serseri” karakteridir. Elinde bastonu ve paytak yürüyüşünün yanında, karakter yoksuldur, filmler hep yoksul mahallelerde geçer, bir türlü hiçbir yere tutunamadığını da anlarız ve bu haliyle Serseri, hep bir şekilde sakarlıkları, başına gelen talihsizlikleriyle izleyicileri güldürür. Yani izleyici gözüyle bakacak olursak, karakter için kötü olan şeyler izleyiciyi güldürür. İşte Joker’de karşımıza çıkan Modern Zamanlar filminde de yine bu karakteri izleriz ama bir farkla. Diğer filmlerde sadece yoksul olan Serseri, bu filmde sistemin kurbanı Serseri haline gelmiştir, karakter değil ama film politikleşmiştir.
İşte burada Modern Zamanlar için bir parantez açıp filmin en azından kritik noktaları hakkında bilgi verelim. Filmin bugünkünden bile kuvvetli bir anlatım dilinin olduğunu söylersek çok da abartmayız, ayrıca bugün incelediğimiz filmden de daha cesurdur da. Daha ilk dakikasında önce hızla sağa sola koşuşturan koyun sürüsünü görürüz ve ardından bir metronun çıkışında aynısını yapan insanları… İşlerine yetişmek için koşuşturan bu insanların iş yerinde de bundan daha farklı bir şey yaptığı yoktur. Sürekli gözetim altındadırlar ve makinelerin birer parçası gibi duraksamadan çalışmak zorundadırlar. Meşhur serserimiz -filmde bir ismi yoktur, fabrika işçisi diye geçer- de bu işçilerden biridir ve hem ustabaşı hem de çalışma arkadaşlarıyla başı beladadır, sürekli itilip kakılmaktadır. İş yerinde yaşadığı çeşitli olaylardan sonra sinir krizi geçirince de işsiz kalır ve tedavi için hastaneye kapatılır. Her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalan Serseri, bir anda aslında hiç alakası yokken birden bir eylemin elebaşı olarak hapse atılır. Tuhaf olan şudur ki, hapishaneden çıkarılacağını öğrendiğinde buna sevinmek yerine hapishane müdürüne biraz daha kalabilmek için ısrar eder ve hapishanede daha mutlu olduğunu söyler. Filmin ilerleyen dakikalarında kimi zaman isteyerek ve yeniden hapse girebilmek için kimi zaman da hiç alakası yokken polisle yolları kesişir. Bu arada bir kadınla tanışır, hayaller kurar ancak ne sistem ne de işsizlik onların hayallerinin gerçekleşmesine izin verecek gibi de değildir. İşsizlik, yoksulluk, özgürlük gibi pek çok sorunu dile getiren filmin sonundaysa Serseri ve kız arkadaşı tam umutsuzluğa kapılmışken, son bir umutla yollara düşerler ve film de burada biter.
Todd Philips’in ”göz kırptığı” ve bunu da saklamadığı Joker’e dönelim. Gotham üzerinden gösterildiği kadarıyla anlıyoruz ki alt sınıf yoksulluğa terk edilmiş, aslında tamamen terk edilmiş. Ancak alt sınıf içinde de bir kenetlenmeden çok birbirinin kuyusunu kazma ve güvensizlik hakim. Arthur’un kendi elinde olmayan gülme krizleri ve tuhaf davranışları yüzünden iş arkadaşlarının ondan rahatsız olduğunu patronundan duyuyoruz. Ayrıca kimsenin umursamadığı Arthur, yaşam mücadelesinin yanında hayalleri için de çabalıyor. Stand-up şovlarına katılıp izleyicilerin nelere güldüğü hakkında notlar alıyor, erotik görsellerle süslü defterine esprilerini karalıyor. Ama Arthur’un bir sorunu daha var, herkesi kendisi gibi sanmak. Randall’ı arkadaşını düşünecek kadar iyi niyetli, Murray Franklin’i benzer geçmişi paylaşmalarından dolayı merhametli, Thomas Wayne’i bulunduğu konumdan dolayı kibar zannediyor ve filmi izledikçe hayalleri ile gerçeklerin uyuşmadığını teker teker anlıyor. Oysa kendisi bir akıl hastası olmasına rağmen diğer insanların içine karışmak için çabalıyor, ani gülme krizlerini açıklayan kartlarla insanların kendisini yanlış anlamaması belki de tartaklamaması için cebinde hastalığını anlatan kart taşıyor. Fakat tüm çabasına rağmen tutunamıyor. Hatta tımarhanedeyken kendisini daha iyi hissettiğini söylüyor. Her gittiği kapıda bir hayalinden ve beklentisinden vazgeçen Arthur aslında intihar noktasına bu yüzden geliyor. Fark edilmek istedikçe umursanmayan ve hayallerine karşılık nereye gitse gerçeklerin yüzüne çarpmasından ve her şeyin sonunda kimliğini bile kaybetmesinden dolayı Arthur Fleck zaten mecazi anlamda ölüyor. Arthur Fleck öldükçe de içindeki palyaçoya daha çok sarılmaya başlıyor, işte bu yüzden ölümünü bile bir şaka gibi yapmayı planlıyor.
Modern Zamanlar bir politik eleştiri ancak Joker paralel giden hikayeye rağmen daha çok bir toplum eleştirisi. Sadece bunu yaparken sistem ve sistemin yoksullaştırdığı insanları arka plana koyuyor. Zaten Joker’in Murray Franklin’e haykırdığı şey tam olarak bu, sistemi değil toplumu eleştiriyor, toplumun bu hale neden geldiğini değil de daha çok son halinde ne olduğunu anlatıyor. Tıpkı Serserinin hiç alakası yokken kendini bir anda eylem yapan insanların önünde bayrak sallarken bulması gibi o da kendini sistemden bıkmış insanların önünde buluveriyor ancak ikisi de aslında sadece kendi hayat mücadelelerini veriyorlar. Yine Serseri ve Arthur gibi film de sistem karşıtı filmler listesinde hiç alakası yokken birden kendine ön sıralarda yer buluverdi. Aslında bu eleştirilecek bir şey değil, hatta daha çok insanların arayış içinde olduğunun göstergesi.
Film bir metaforlar cenneti. En fark edileni merdiven metaforu ve hemen herkes bu konuda yorum yapıyor, ben de naçizane yorumumu yaparak bir katkıda bulunmak istiyorum. Felsefede Nietzsche, psikolojide Freud, tarihte Harari’nin bahsettiği güzel bir şey var, o da modern insanın mutsuzluğu. Arthur Fleck’te de bunu görüyoruz. İnsanların arasında kendine yer bulmaya uğraşan, herkes gibi olmaya çalışan, sisteme bir şekilde eklemlenmeye çabalayan Arthur merdivenleri her seferinde yorgun, bezgin bir şekilde çıkıyor. Ancak Joker olarak kurallarla bağını koparıp, kabul görme çabalarını sonlandırdıktan sonra ise merdivenleri dans ederek, mutlu ve daha canlı bir şekilde iniyor. Modern insan maalesef mutsuzdur çünkü hem yasal hem de toplumsal gerekçelerle kendini kısıtlar, aralarına katıldığı her oluşumun da ayrıca kurallarına uyar, bu da yetmezmiş gibi adab-ı muaşeret gereği uyması gereken kurallar vardır. Kısacası pek çok şey için özgürlüğümüzden ödün veririz, bizden beklenen iş yerinde hem kurallara uyan hem de verimli bir işçi, toplum kurallarına uyması beklenen ve çoğunluğun hareket ettiği gibi hareket etmesi gereken bir vatandaş, toplum kurallarının yetmediği yerde adab-ı muaşeret kurallarına uyması beklenen kibar bir hanımefendi veya beyefendi, yani ismi olan birer ”herkes” olmamızdır. İlkel insanın emin olun uyması gereken bu kadar kuralı yoktu, yaşam şartları bizden elbette kötüydü ama bizim uygarlık için çıktığımız basamakların bizi daha mutlu ettiği de pek söylenemez. Bu yüzden merdiven metaforu filmdeki belki de en iyi metafordur.
Mesela espri defteri de bir metafordur. Arthur insanların nelere güldüğüne dair gözlemler yapar, komedinin kurallı bir şey olduğunu düşünerek notlar alır. Yine aynı defterde çıplak kadın fotoğrafları, Arthur’un aforizmaları ve düşünceleri de vardır. O defter aslında Arthur’un dünyasıdır. Espri yapacağı her seferde o defteri eline alır örneğin. O defteri elinden bırakıp cesurca ve o kendince bulduğu kuralları umursamadan yaptığı ilk ”espri” ise Murray Franklin’in alnına bir kurşun sıkmaktır, mecazi ölüm o defterin bir köşeye atılmasıyla da kendini gösterir. Ayrıca Arthur’u hayal kırıklığına uğratan tüm karakterler de filmde teker teker öldürülerek Arthur’un ölümünün de intikamı alınmış olur ve Thomas Wayne hariç diğer hepsini Arthur kendi elleriyle yapar.
Diğer bir metafor ise zenginlerin hep beraber Modern Zamanlar izleyip attıkları kahkahalardır. Modern Palyaço Chaplin’in en ağır sistem eleştirisi olan bu filmini tam da ”Palyaço Eylemleri” sırasında izleyerek kahkahalar atmaları aslında üst tabakanın ne olursa olsun alt tabakayı hiç önemsemediğini gösterir, hatta kışkırtırcasına ve alay edercesine yaptıklarını bile söyleyebiliriz. Yaşadıkları hayata bıkkınlıkla yapılan eylemler de buna dahil hiçbir şeyi umursamamaktadırlar. Thomas Wayne daha nedenini bilmediği, sadece cinayeti işleyenin palyaço olduğunu bildiği bir cinayet için bile kıskanç, başarısız, korkak birinin yaptığını iddia eder fakat cinayetlerin bununla uzaktan yakından alakası yoktur, sadece Thomas Wayne’in alt sınıfa bakış açısını görürüz. Yaptığı özür konuşmasındaysa özürden çok kendini övme ve bir umut sembolü haline getirme çabası vardır.
Film hakkında tamamen subjektif düşüncelerimi de dile getirdikten sonra yazıya yavaş yavaş son verebiliriz. Filmin olumlu bulduğum ilk yönü tutarlı olması. Hiçbir film size hayatın anlamını vermez, keşfedilmemiş bir sırrı açığa çıkarmaz. O yüzden sinema perdesinde dakikalarca izleyeceğiniz bir filmde bakacağınız şeyler, değerlendirme kriterleri bellidir. Tutarlılık da bunlardan birisi. Mesela film boyunca Arthur’un çocukları sevdiğini görüyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Thomas Wayne hariç diğer karakterler Arthur eliyle öldürülüyor, buradaki tercihin bilerek mi bilmeyerek mi yapıldığını kestiremesem de filme bir tutarlılık katıyor. Bruce Wayne’in olduğu bir ortamda Thomas ve Martha Wayne Arthur tarafından öldürülseydi sanırım filmin başında sempati duyduğumuz karakter tamamen yok olacaktı. Bunun yerine o intikam onun için başkaları tarafından alınıyor. Diğer beğendiğim şeyse karanlık atmosferi. Böylesine kasvetli, karanlık tonda filmleri oldum olası severim, çizgi roman uyarlamalarına da yakıştığını düşünürüm. Ancak film yukarıda da bahsettiğim gibi çizgi roman uyarlaması olduğunu iddia ettiği için de kızgınım. Sanat filmi tadında bir film yapmak için yola çıkılıp da daha fazla izleyici çekmek için ticari hile yapılmış hissinden bir türlü kurtulamıyorum. Zaten filmde izlediğimiz Joker ile çizgi romandakilerin gerçekten pek alakası yok. Sadece belli başlı noktalarda ufak göndermeler var.
Son olarak, filmin belki de en güzel yönü kesinlikle politik doğruculuk çamuruna batmaması. Bu artık fazlasıyla sıkıcılaşmaya başlamış bir konu. Filmin kimsenin rengi, cinsiyeti, sınıfı üzerinden olumlamak gibi bir derdi yok. Tıpkı hayatın kendisi gibi, iyiler de var kötüler de. Sinema ve dizilerde yapılan bu pozitif ayrımcılık, politik doğruculuk veya adına her ne derseniz deyin hayatın kendisini yansıtmıyor. Hangi kimlikle olursa olsun, mesaj kaygısıyla onun karşı kimliğinin omuzlarına basarak yükselmeye çalışılması fikri artık itici bir noktada. Kadın bir karakteri erkekleri kötüleyerek, siyahi bir karakteri beyazları suçlayarak, eşcinsel karakterleri heteroseksüelleri iğneleyerek yüceltmeye çalışmak, tam tersinin yaptığıyla eşdeğer. Politik sularda yüzmeye pek niyetim olmasa da söylemek isterim ki, sorun herhangi bir kimliğin değil insanın özgürlüğü sorunu. Ataerkilliğin sadece kadını, eşcinselleri veya transları, ırkçılığın sadece bir ulusu veya tek bir rengi, vs. etkilediğini zannedenler bırakın öyle düşünmeye devam etsinler, parçalanmış bir hak arama mücadelesiyle ve karşılıklı nefret söylemleriyle herkes birbirine bilensin ve filmler-diziler-kitaplar da saçma senaryolarla ve hikayelerle birilerini yüceltmeye-alçaltmaya devam etsin. O yüzden filmin kimseyi yüceltmek gibi bir derdinin olmaması ve hemen herkesi iyilik-kötülük açısından bir dengede tutması hayatın kendisi, hatta filmden bir replikle; ”İşte hayat!”