1 Oyuncu, 5 Film: Robert Pattinson

Alacakaranlık'tan hayatının en büyük olayı The Batman'e...

1- Cosmopolis

Genç milyarder Eric Packer saçlarını kestirmek için şehirde büyük çaplı farklı etkinliklerin meydana geldiği bir günü seçer. Milim milim ilerleyen Manhattan trafiğindeki limuzininde danışmanları, metresi ve doktoruyla görüşür ve hatta zaman zaman limuzinden inerek henüz evlendiği karısıyla birkaç defa yemek yer. Asla bitmeyecekmiş gibi hissettiren zorlu ve kargaşa dolu yolculuğunun ardından berberine ulaşır fakat günün sonunda beklemediği bir sonla karşılaşır.

Cosmopolis hakkında söylemem gereken ilk şey bu filmi gerçekten sevmediğim. İki saate yakın süresi boyunca çok sıkıldım. Filmimiz limuzinin trafik içindeki hızıyla doğru orantılı olacak şekilde yavaş, ki normalde bu beni neredeyse hiç rahatsız etmez. Filmin yönetmenliğini üstlenen David Cronenberg’ün filmlerini çok sevsem de Cosmopolis’in en beğenmediğim işlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

“Tamam, film kötü işte. Peki neden bu film hakkında yazıyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Bu film hakkında yazıyorum çünkü Cosmopolis, Robert’ın kariyerinde bir dönüm noktası niteliğinde. Cosmopolis, Twilight serisini tamamlamasının ardından oynadığı ve hatta başrol olduğu ilk film. Kendini pek iyi bir oyuncu olarak görmeyen Robert, Cronenberg gibi başarılı bir yönetmenle, Cannes’da gösterilen bağımsız bir filmde çalışmasının ardından, auteur yönetmenlerle çalışabilmeye layık olduğunu fark ettiğini söylemiş. Gerçekten de öyle ve bunu aldığı her yeni rolle seyirciye bir kere daha kanıtlıyor. Hatta Robert ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu sekiz yıl önce çekilen Cosmopolis’le de gözler önüne sermiş.

Filmin en büyük artısı kesinlikle Robert’ın performansı. Ki oynadığı karakter iki saat boyunca sadece konuştuğu için bu kolay kolay söylenecek bir şey değil. Filmi sırf bu nedenden dolayı bile izleyebilirsiniz. Unutmadan, bu aşırı zengin ve takım elbiseli karakterin hafif bir Bruce Wayne havası olduğunu da söyleyeyim.

Cosmopolis’i izlemeye değer kılabilecek diğer bir özellik ise, zaten başka yok, Cronenberg’ün başarılı yönetmenliği. Çoğu bir limuzinin içinde ve etrafında geçen film çok güzel yönetilmiş ve hoş bir görselliği var.

Sadede gelirsek; Cosmopolis ortalamanın altında bir film ve bence sadece Robert’ın kariyerinde çok büyük öneme sahip olan bir film olduğu için izlenebilir. Filmden nefret edecek olsanız bile iki saat boyunca Robert Pattinson görmüş olacaksınız. Bence gayet makul.

2- The Lost City of Z

1905 yılında, İngiliz Ordusu’ndan Binbaşı Percy Fawcett, Kraliyet Coğrafya Topluluğu tarafından bilirkişi olarak, keşfedilmemiş cangıllarının haritasını çıkarmak ve Brezilya sınırını belirlemek için Bolivya’ya gönderilir. Aile itibarını geri kazanmak için görevi kabul eden Percy cangılda zorlu bir maceraya çıkar. Yanına yardımcısı olarak Henry Costin isimli bir nişancıyı alarak Amazonya’ya giderler. Cangılda, açlık, cehennem gibi bir sıcak, vahşi hayvanlar ve düşman yerli kabilelerle karşılaşmalarının yanı sıra, bilimsel bir devrim yaratabilecek, beyaz ırktan olmayan medeniyetlere ait gelişmiş tarihi kalıntılar bulurlar. Kendini tamamen bu gizemi çözmeye adayan Percy, Kayıp Şehir Z adını verdiği bu bölgeyi keşfetme hayali uğruna kendini defalarca Amazonya cangıllarının tehlikelerinin arasına atar.

Başrol oyuncumuz, Percy Fawcett karakterini canlandıran Charlie Hunnam. Bu filmde ona yardımcı oyuncu olarak eşlik eden isim ise Henry Costin karakterine hayat veren Robert Pattinson. Şu an, Robert’a odaklandığım bir listede neden Robert’ın yardımcı oyuncu olduğu bir filme yer verdiğimi düşünüyor olabilirsiniz. Eminim geçtiğimiz ay düzenlenen DC FanDome etkinliğini, özellikle de The Batman panelini çoğunuz izlediniz. O halde bu filmin listede yer almasının nedenini az çok tahmin ediyorsunuzdur. İzlemeyenler için açıklayayım; The Batman’in yönetmeni Matt Reeves, Robert’ın The Lost City of Z’deki oyunculuğundan fazlasıyla etkilendiğini ve performansının, aynen bir bukalemun gibi, bir rolden başka bir role rahatça girebilen, son derece başarılı oyuncu olduğunu düşündürttüğünü söylemişti. Yani, bu filmin, harika bir Batman olacağına gönülden inandığım Robert’ımızın, Batman rolüne kavuşmasında fazlasıyla önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.

The Lost City of Z’e tekrar gelecek olursak, mükemmel bir film olmasa da güzel çekilmiş, kaliteli ve izlemesi zevkli bir yapım. Büyük bir kısmı cangıllarda geçen film, nefes kesici doğa görüntüleriyle izleyeni büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Filmimiz hakkında ilginç bir detay vereyim; yönetmen James Gray cangıllarda çekim yapmak konusunda, Apocalypse Now’ın yönetmeni Francis Ford Coppola’dan tavsiye istemiş. Capolla’nın Gray’e verdiği tek yanıt ise “Gitme.” olmuş. Çekimler sırasında zorlu cangıl şartlarında çalışmak zorunda kalan oyuncular ve tüm set ekibini tebrik ediyorum gerçekten. Muhtemelen filmin yapım sürecinin en zorlu kısmı bu çekimler olmuştur.

Bu zorlu şartlar altında yakın bir arkadaşlık kuran Robert ve Charlie harika bir ikili olmuşlar. Her ne kadar Charlie başrol oyuncusu olarak hatırı sayılır bir performans sergilese de Robert da en az onun kadar başarılı. İzleyen herkesin keyifli vakit geçireceğine inandığım The Lost City of Z, zaman geçirmek için iyi bir seçenek.

3- Good Time

Connie Nikas, gelişimsel engelli kardeşi Nick ile bir New York bankasını soyar. Kaçış arabasında, para çantasında bir boya pakedi parlayarak hem çaldıkları 65.000 doları lekeler hem de sürücünün kaza yapmasına neden olur. Başarısız kaçma girişimlerinin ardından Nick polisler tarafından yakalanır. Connie kardeşini kefaletle hapisten çıkarmaya çalışır fakat para bulamaz. Kısa süre ardından Connie, Nick’in bir mahkumla kavga ettikten sonra hastaneye kaldırıldığını öğrenir ve kardeşini kaçırmaya çalışmasıyla başını tekrar derde sokar.

Good Time, Cosmopolis’in ardından pek çok başarılı filmde yardımcı oyuncu görevini üstlenen Robert’ı tekrar başrolde gördüğümüz bir film. İlk iki filmimizin aksine, bu filmin kendisi de Robert’ın oyunculuğu kadar başarılı. Geçen senenin en iyi filmlerinden olan Uncut Gems’in yönetmenleri Safide kardeşler, Good Time ile de 2017’nin en iyi filmlerinden birine imza attılar. Hem Good Time’ı hem de Uncut Gems’i sinemada izlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki; ikisi de sinemada izlemek için müthiş derecede heyecan yüklü ve yer yer rahatsız edici filmler. Hatta bu iki filmin en iyi sinema deneyimlerimden olduğunu söyleyebilirim.

Good Time üzerinden devam edecek olursak; filmin temposu asla dinmiyor. Robert’ın canlandırdığı Connie karakterinin, başını bir beladan ötekine soktuğu film boyunca yaşadığı gerginliği derinden hissediyor ve bu sayede Robert’ın harika oyunculuğuna bir kere daha şahit oluyoruz. Filmi izleyen çoğu kişinin “Robert kendini aştı” yorumunu yaptığına neredeyse eminim. Robert’ın Good Time’daki performansı gerçekten de gelmiş geçmiş en iyi performanslarından biri. Yeri gelmişken Safdie kardeşlerden Benny’nin aynı zamanda Nick karakterini canlandırdığını da söyleyeyim.

Good Time her yönüyle son derece zevkli bir kabus gibi. İzleyiciyi fazlasıyla içine çekiyor ve hatta yoruyor, ki bu iyi bir durum. Eğer izlediğim bir film, senaryoda geçen olaylar sanki benim başıma geliyormuşçasına beni etkileyebiliyor ve olan biten her durumun içinde filmdeki karakterlerle birlikte ben de varmışım gibi hissettirebiliyorsa benim için iyi bir filmdir. Good Time da bunu kamera kullanımı, yüksek temposu ve gerçekçi oyunculuklarıyla fazlasıyla sağlıyor. Hatta bahsettiğim kritere uyan filmler
arasından en iyilerinden olduğunu bile
söyleyebilirim.

Robert’ın filmleri arasından kesinlikle izlemenizi tavsiye ettiğim Good Time’ın herkes için zorlu bir deneyim olacağına eminim. Asıl merak ettiğim bu hoşunuza mı gidecek yoksa nefret mi edeceksiniz. Good Time’ı sakin kafayla izlemeye çalışın, zaten film boyunca pek sakin kalamayacaksınız, benden söylemesi.

4- High Life

Güneş sistemi dışındaki derin uzayda, Monte ve kızı Willow, bir uzay gemisinde tamamen izole bir şekilde yaşarlar. Monte, uzayda gerçekleşen bir üreme deneyine katılmayı kabul eden idam mahkumlarından biridir ve Willow da o gemide doğmuştur. Film boyunca Monte’nin kızı ve gemideki diğer kişilerle ilişkisine şahit olurken aynı zamanda uzay gemisindeki hayatı ve sıkıntılarını izleriz.

Film hakkındaki görüşünüzü etkilememek için bunu daha sonra söylemeliydim belki fakat; High Life’ın fazla hoşlandığım bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. Yanlış anlaşılma olmasın, High Life kesinlikle kötü bir film değil. Oyuncu kadrosu, yönetmenliği ve sıradışı senaryosuyla son derece kaliteli bir film fakat pek bana göre değil. Büyük umutlarla festivalde izlemeye gittiğim High Life, o gün izlediğim üçüncü film olduğundan mıdır yoksa neredeyse gece yarısında bittiğinden midir bilmem, fazlasıyla uykumu getirmişti.

Evet, High Life hayli yavaş bir film. Onca acayip olayın yaşandığı ve kaosun hakim olduğu bir uzay gemisinde bu yavaş tempo izleyiciyi rahatsız edebilir fakat amaç da bu zaten. İdamdan kurtulmak için kobay olarak kullanılmak uğruna bu deneye katılmaya razı gelen mahkumların çalkantılı hayatlarını sürdürürlerken aslında uzayın derinliklerinde mahsur kalmış olmalarını ve yalnızlıklarını seyirci bu tempo yardımıyla derinden hissediyor.

Ana karakter Monte, Pattinson tarafından canlandırılıyor. Bu filmde ona Mia Goth ve daha önce Cosmopolis’te de çalıştıkları Juliette Binoche eşlik ediyor. High Life’daki her karakter başarılı bir şekilde canlandırılmış. Uzay gemisindeki insanların gerginlikleri, korkuları ve çaresizlikleri oyuncuların başarılı performansı sayesinde izleyicinin içine işliyor. Robert da yine her yeni filminde bize gösterdiği gibi kendini daha da geliştirip kusursuza yakın bir performans sergiliyor.

High Life’ın yönetmenliğini Clarie Denis üstleniyor. Senaryosu, görselliği ve yönetmenliği öne çıkan başarılı yönetmenin ellerinde çok farklı bir esere dönüşmüş. Bilimkurgu ve gerilim yönü ağır basıyor gibi görünse de High Life etkili bir dram filmi de aynı zamanda. Son derece kaliteli ve izlemeye değer bir film olsa da, benim gibi filmden çok hazetmeyecek kişiler de çıkabilir. Yine de şans verebileceğiniz, izlediğiniz takdirde pişman olmayacağınız bir film.

5- The Lighthouse

19.yüzyılın sonlarında, kendi halinde, eski bir oduncu olan Ephraim Winslow ve uzun süredir deniz feneri bekçiliği yapan, sıra dışı adam Thomas Wake, birbirlerini New England kıyılarındaki tenha ve karanlık bir adada deniz feneri bekçiliği yapmak için bulurlar. Uzun süre ağır işlerle ve elverişsiz hava koşullarıyla uğraşmak zorunda kalacak olan bu iki içine kapanık adamın tek dostları birbirleri olacaktır. Şartlar zorlaştıkça; tuhaf olaylar yaşanmaya başlayıp ikilinin birbirine olan tahammülsüzlükleri de arttıkça akıl sağlıkları zorlanır ve deliliğe doğru giden kaçınılmaz bir yola girerler.

İlk filmi olan The VVitch: A New-England Folktale ile ne kadar umut vadeden bir yönetmen olduğunu gösteren Robert Eggers, ikinci filmi Lighthouse ile de seyircinin yüzünü güldürmeyi başardı. İki film de o kadar başarılı ki çoğu zaman aralarında bir seçim yapmakta zorlanıyorum. Yine de, cadılık temasına özel bir ilgim olduğu için The VVitch’i bir tık daha fazla severim. Lighthouse, 2019 yılında izlediğim en sıra dışı yapımdı. 35mm ile çekilen film, neredeyse kare gibi olan en/boy oranı ve siyah beyaz olmasından dolayı bir hayli alışılmışın dışında. Bu filmde alışılagelmiş hiçbir unsur yok zaten. Genelde olup bitenleri anlamlandırmaya çalışan, Robert’ın oynadığı karakterimiz Ephraim, bir deniz fenerinde birlikte tıkılıp kaldığı gizemli ve huysuz adamla geçirdiği süre boyunca keçileri kaçırmaya başlar. Yağmurun ve dalgaların acımasızlığı yetmezmiş gibi bir de melek yüzlü sirenler, iğrenç yaratıklar ve ürkütücü denizci efsanelerinin ortaya çıkardığı hayallerle, ya da belki de gerçeklerle mücadele ederken seyirci de kendi en az Ephraim kadar çaresiz ve kafası karışmış bir halde buluyor. Bu Lovecraftvari lanet hikayeyi izlerken pek çok defa “Bu da ne böyle?” diye soracaksınız.

Her ne kadar Robert’bu filmde oyunculuğuyla döktürüyor olsa da, filmin yıldızı Thomas karakterini canlandıran Willem Dafoe. Bence 2019 yılının en iyi performansını sergileyen Dafoe’nun hakkı büyük çaplı ödül törenleri tarafından yendi. Pek çok dalda adaylık sahibi olabilecek Lighthouse, her sene başka korku filmlerinin başına geldiği gibi bu sene de yok sayıldı ve sadece sinematografi dalında adaylık alabildi. Robert başına dehşet dolu şeyler gelen karakterini layıkıyla canlandırıyor ama Dafoe öyle bir performans sergiliyor ki seyirciyi her hareketiyle geren, aynı odada asla durmak istemeyeceğiniz iğrenç bir karaktere bürünüyor. Pattinson ve Dafoe arasındaki çekim de harika. İkiliyi tekrar birlikte görmeyi çok isterim.

Yazan: Selin Kurtulmuş / @Selin_Kurtulmus

Yorumlar