Enola Holmes İncelemesi

Sherlock karakteri, bu zamana kadar sinemaya ya da televizyona çokça uyarlanmış, günümüzün popüler karakterlerinden birisi. Kendisini klasik zamanında Robert Downey Jr ile, modern zamanında Benedict Cumberbatch ile ve yaşlı zamanında Ian McKellen ile seyretmiştik. Bu sefer karşımızda daha farklı bir Sherlock kullanımı var, doğrusunu söylemek gerekirse Holmes kullanımı var. Başrolümüz Millie Bobby Brown’ın yapımcılığında, Netflix’in Enola Holmes filmi incelemesi ile karşınızdayız. Spoiler dolu konuşacağımızı şimdiden hatırlatayım.

Enola Holmes, Mycroft ve Sherlock’tan sonra ailenin üçüncü çocuğu olarak karşımıza çıkıyor. Abilerinin kendi yollarına gitmeleri sonucunda annesi ile birlikte ergenliğine ulaşan karakterimiz, annesinin ortadan kaybolması ile kendini hem çözmesi gereken bu kayboluşun ortasında hem de yolda rastlamış olduğu başka bir sorunla karşı karşıya kalıyor. Bu açıdan filmi diğer uyarlamalardan ayrı tutarak sadece Ian McKellen’ın oynadığı Mr. Holmes filmine yakın olarak değerlendirebiliyorsunuz. Çünkü Mr. Holmes filminde de karakterimiz yaşlı Sherlock hem kendi kişisel sorunlarıyla hem de yardımcı bir karakter aracılığı ile eski bir davasının çözülmemişliği ile ilgileniyor. Benzetme açısından karmaşık gelmiş olabilir ama ne dediğimi daha iyi açıklayacağım.

Film, konusu itibariyle sınıfta kalmış bir hikayeyi anlatmaya çalışıyor. Enola için ana hedef filmin başında annesini bulmak. Ama filmin ortalarına doğru bu hedef, annenin kaybolmasındaki gizemin izleyicinin gözünde tırmandırılmasına rağmen, Enola’nın yolculuğunun başında tanıştığı arkadaşının kendi kişisel problemlerine kaydırılıyor. Bu noktadan sonra film bu iki ayrı hikayeyi birbirine bağlamaya çalışsa da, filmin başında büyük büyük anlattığı kayboluş hikayesinin içi asla dolmuyor. Zaten daha baştan bu kayboluş ile alakalı, gizli kadın toplanmaları ve annenin her zaman bir ajandası olduğu yönlendirmesi ile aslında nasıl bir durum olduğu izleyiciye kolayca aktarılıyor. Mr. Holmes da aynı formülden iki hikayeyi filmin sonunda bağlayabileceği bir şekilde anlatmaya çalışmış ve bunda başarılı da olmuştu. Bir yandan yaşlı Sherlock’un kişisel unutkanlık problemi ile eski vakasını takip ediyorduk, bir yandan da bakıcısının oğlu ile bağ kurma aşamalarını hikayenin gidişatında takip edebiliyorduk. Bu açıdan Enola Holmes’un bu formülü eline yüzüne bulaştırması seyir zevkini biraz baltalamış.

Biraz diyorum çünkü hikayenin anlatımında kullanılan tempo ve Fleabag dizisinde de karşımıza çıkan 4. duvarı yıkabilmiş ana karakterimiz sizi ayakta tutmayı başarabiliyor. Millie Bobby Brown, her ne kadar 30 yaşında görünmek istemesi ile olumsuz yorumlar alsa da oyunculuğu konusunda çoğumuzun büyük umutlar beslediği bir isim haline geldiğini tahmin ediyorum. Özellikle izleyici ile konuştuğu sahnelerdeki doğallığı ile beni etkileyebildi.

Burada bir parantez açmam gerekiyor çünkü kendisi üzerinden (annesini de ekleyebiliriz buraya ama çok fazla ekran zamanı almadığı ve sadece ders vermesi için birkaç özlü söz kullanımı kadar katkı sağladığı için bu konuyu başrolümüz üzerinden eleştirmeyi daha doğru buldum) verilmek istenen bir feminist mesaj da olması konuşulmayı hak ediyor. Her ne kadar bu mesajın verilme yöntemleri bazı yerlerde çok basit ve gözünüzün içine sokarcasına olsa da, dönemin yansıtılması oyunu üzerinden toplumda kadının rolü ve ondan beklenenler üzerine çok doyurucu birkaç sahne izleme şansını da yakalayabiliyorsunuz.

Holmes soyadını taşıdığı için filmin kendisi ve başrolü dışında Sherlock ve Mycroft isimlerini ve oyuncularının performanslarını da dört gözle bekliyorsunuz izlemeye başlamadan. Mycroft karakteri bu açıdan daha bir sönük kaldığı ve yukarıda bahsettiğim gibi sadece toplumun bakış açısını yansıttığı için göze çarpmıyor ancak Sherlock karakteri ve kendisini oynayan Henry Cavill başlı başına filme ilgiliyi toplayıveriyor. Ne yazık ki bu ilgi sonucu doğan beklentiyi de karşılayamıyor. Hikaye zaten Sherlock’un çok dahil olmasına izin vermezken, Henry Cavill da donuk ve karakterin diğer uyarlamalardan alışık olduğumuz çıkarımlarını ve şahsına münhasırlığını neredeyse hiç gösteremediği için hayal kırıklığından öteye gidememiş.

Sonuç olarak Holmes ismini kullanarak çektiği ilgiyi karşılayamamış, o ilgiden yoksun olsa bile kendi kendisini yükseltebilecek bir hikaye içeriğine sahip olmayan filmimiz, akıllarda çerezlik izlenebilir bir statüde yer etmiş bulunmakta. Millie Bobby Brown içinse bir sonraki işini dört gözle beklediğimizi söyleyebiliriz sanırım.

Yorumlar