Harry Potter’da Ölüm Teması

Çok küçük yaşlarda Harry Potter ile tanışmış ve hayatının her döneminde Harry Potter kitaplarını okuyup filmlerini izlemiş biri olarak, serinin başlıca temasının sevgi olduğunu düşünürdüm hep. Rahmetli Dumbledore’un fırsat bulduğu her anda öğrencilerine ve özellikle Harry’ye hatırlattığı, J.K Rowling’in hemen hemen her röportajında verdiği bir mesajdı bu. Sonuçta Harry’nin hayatta kalmasını sağlayan şey, var olan tüm büyülerin ötesinde bir güç olan annesinin sevgisiydi. Biraz tozpembe bir düşünce gibi dursa da, Harry’yi Voldemort karşısında güçlü ve farklı kılan sevme ve sevilme yeteneğiydi. Seri boyunca yapılan her fedakarlığın arkasında bir arkadaşa, sevgiliye veya aile üyesine duyulan sevgi yatıyordu. Harry asla yalnız değildi ve hiçbir zaman olmayacaktı da, çünkü onu seven insanlar ve onun sevdiği insanlar vardı; uğruna yaşanılacak ve uğruna ölünecek insanlar… Karanlık Lord’a karşı verilen mücadelenin her noktasındaydı sevgi. Bir annenin kendini çocuğuna siper edişinde, bir adamın hiç kavuşamayacağı çocukluk aşkı için aldığı her riskte, bir ev cininin arkadaşlarına ettiği her yardımda, bir babanın hiç göremeyeceği oğlu için döktüğü her ter damlasında; tokuşturulan her kadehte, atılan her kahkahada, edilen her danstaydı. Sevgi, Voldemort’un düşündüğü gibi zayıflık değil; aksine, mücadelenin her noktasında savaşanlara güç veren ve sonunda Karanlık Lord’un yok oluşunu getiren çok güçlü bir silahtı. (Aklınıza ne geldi biliyorum, e hadi o zaman bi’ gülüp gelin: CMYLMZ (2007), ‘Baba 400’ü verdik KDV? 2:56)

Tüm bu yazdıklarıma hala harfi harfine katılıyor olmakla birlikte, belki büyümenin getirdiği olgunluktan belki de değişen bakış açımdan, uzun zamandır söz konusu Harry Potter olduğunda bahsedilmesi gereken çok önemli bir ana tema daha olduğuna inanıyorum: ölüm.

Seriyi dikkatli gözlerle okuyanlar için bunun farkına varmak zor değil, biliyorum. Zaten JK Rowling’in de röportajlarında dile getirdiği bir konu bu. “Kitaplarım çoğunlukla ölümle alakalı. Zaten Harry’nin ebeveynlerinin ölümüyle başlıyorlar. Bir de Voldermort’un ölümü fethetme takıntısı ve bedeli ne olursa olsun devam eden bir ölümsüzlük arayışı var.” Ancak göz önünde işlenen büyük bir tema olunca, hikayenin aslında kol kola girmiş iki ana tema üzerinde ilerlediğini görmek bazen dikkatlerden kaçıveriyor. O zaman gelin, benim gibi gözden kaçırmış olanlar için, ölümün Harry Potter’daki tematik yolculuğuna bir göz atalım.

On birine yeni girmiş Harry ve hikayesi boyunca ona eşlik eden okuyucuların ölüm ve ölümsüzlük kavramlarıyla tanışması, Harry’nin Büyücülük Dünyası’ndaki ilk yılı ve ilk macerasında, Felsefe Taşı kitabında gerçekleşiyor. İçeni ölümsüz kılan Yaşam İksiri’nin üretiminde kullanılmasıyla çoğu faninin hayallerini süsleyen Felsefe Taşı’nın cazibesine Harry de kapılıyor. Ancak kullanmaktan ziyade çocukluğunun ve büyücü oluşunun verdiği meraktan, Hermione ve Ron’la birlikte taşı ve taşın mucidi Nicholas Flamel’i araştırmaya koyuluyor. Arayışının sonunda Felsefe Taşı’nı bulma ama kullanmak istememe yönündeki arzusuyla, Dumbledore’un taşı korumak için kurduğu dahiyane bulmacanın altında yatan son şartı sağlamış olarak taşa ulaşmayı başarıyor. Quirrell ile yaşadığı mücadele sonrası hastane kanadında Dumbledore’la ettiği kısa sohbette bilge büyücüden önemli bir nasihat da alıyor: “İyi organize edilmiş bir zihin için ölüm, bir sonraki büyük maceradan başka bir şey değildir.”

Harry’nin ölüm konusunda bilgeliğinden yararlandığı tek kişi Dumbledore olmuyor elbette. Profesör McGonagall’ın verdiği ceza sonrası Hagrid’le Yasak Orman’da yaptığı küçük gezinti de Harry için büyük önem taşıyor. Ormanda tek boynuzlu atları avlayan canavarı bulmaya çalıştıkları bu gezide at-adam Firenze ile tanışıyor ve ondan, Felsefe Taşı ve ölümsüzlük hakkındaki fikirlerini değiştirecek bilgiler ediniyor. “Sadece kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri böyle canavarca bir suç işler. Tek boynuzlu atın kanı, ölümün eşiğinde olsan bile seni hayatta tutar, ama bedeli korkunçtur. Kendini kurtarmak için öyle saf ve savunmasız bir şey öldürmüşsündür ki, kanı dudaklarına değdiği andan itibaren yarım bir ömre, lanetli bir hayata sahip olursun.”

Henüz bir yaşında ebeveynlerini kaybeden ve sadece varlığıyla dünyanın en büyük karanlık büyücüsünü kendine düşman edinen Harry, Voldemort’la arasındaki en önemli farklardan birini ilk kez burada ortaya koyuyor. Çünkü Karanlık Lord’un Quirrell gibi başka vücutlarda yaşamaya çalıştığı ya da tek boynuzlu at kanı içerek uzatmaya çalıştığı bu lanetli yarım hayat, genç büyücü Harry için göz önünde bulundurabilir bir fikir olarak bile görünmüyor ve Firenze’e şu cevabı veriyor: “Eğer sonsuza kadar lanetleneceksen ölüm daha iyidir, öyle değil mi?”

Seri ilerledikçe ve Harry büyüdükçe hikayenin tonu daha koyu bir havaya bürünüyor. Bir taraftan Karanlık Lord’un tekrar bir bedene kavuşması ve ölümsüzlük yolundaki amansız çabalarıyla sihrin en karanlık noktalarını öğrenen okuyucu; diğer taraftan hüzünleri ve sevinçleriyle, doğruları ve yanlışlarıyla, zaman zaman da ergen kaprisleriyle bir çocuğun koca bir dünyanın yükünü sırtlanarak dönüştüğü genç adama tanık oluyor. Sürekli ölümle burun buruna gelmesiyle, çok genç yaşlarda üst üste tanık olduğu ölümlerle, hem vaftiz babası Sirius’u hem akıl hocası Dumbledore’u kaybedişiyle Harry’nin karakteri yeniden şekilleniyor. Acı dolu tecrübeleriyle öğrendiği dersler ve omuzlarına yüklenen sorumluluklarla erkenden olgunlaşmak zorunda kalıyor.

Hikayenin sonuna yaklaşılırken hem Harry hem de okuyucu “ölümsüzlüğe giden yolda herkesten daha ileri gitmiş olan” Karanlık Lord’un, güce sahip olma yolundaki sınır tanımaz arzusunun ölümü fethetme arzusuna dönüşünü izliyor. Voldemort anlamını bilmeksizin Mürver Asa’nın peşine düşerken Harry ise altından nasıl kalkacağını bilmediği bir yükle Hortkuluk arayışına başlıyor. Yıllardır devam eden mücadelenin en uç noktalarındaki bu iki karakter bizleri Ölüm Yadigarları’na ve “Üç Kardeşin Hikayesi”ne götürüyor. Böylece Büyücülük Dünyası’ndaki yolculuğumuz da yeni bir katman kazanıyor.

Üç Kardeşin Hikâyesi

Ölüm temasının Harry Potter’daki en güçlü yansıması olan Üç Kardeşin Hikâyesi’nin temelinde, ölümün kaçınılabilecek bir şey olduğu fikri yatar. Sihirsel sanatlarda usta üç kardeş aşılması zor bir nehrin üzerine bir köprü inşa ederler. Karşıya geçmek için köprünün ortasına geldikleri sırada kukuletalı biri tarafından yolları kesilir. Bu kişi kardeşlerle konuşur ve kendini Ölüm olarak tanıtır. Yeni kurbanlarını kaybettiği için kızgın olan Ölüm onlara sinsi bir teklifte bulunur. Buldukları çözümden etkilendiğini ve hepsini ödüllendireceğini söyler. Üç kardeşin burada Ölüm’den istediği üç ödül, aslında hikâyenin üç ayrı mesajını temsil eder.

Güç düşkünü en büyük kardeş, bir süre seyahat eder ve uzaklardaki bir köye ulaşınca bir büyücü bulup onunla düelloya tutuşur. Mürver Asa’ya sahip olduğu için elbette düelloda başarısızlığa uğramaz. Düşmanını yerde ölü bırakan en büyük kardeş, bir hana girer ve orada bizzat Ölüm’ün kendisinden kaptığı bu güçlü asayı, asanın kendisini nasıl yenilmez hale getirdiğini yüksek sesle anlatarak övünür. Daha o gece başka bir büyücü, şaraptan körkütük sarhoş halde yatağında yatan büyük kardeşin yanına sinsice yaklaşır. Hırsız asayı alır ve ne olur ne olmaz diye, büyük kardeşin gırtlağını keser. Böylece Ölüm, ilk kardeşe sahip olur ve büyük kardeşin kibri onun felaketi oluverir.

Ölüleri geri çağıran Diriltme Taşı’na sahip ortanca kardeşin hikâyesi, büyünün kederi çözemeyeceğini anlatır. Cadmus o gün heyecanla evine gider ve taşı elinde üç kez çevirir. Bir zamanlar evlenmeyi umduğu ancak vakitsiz ölmüş kızın silueti bir anda önünde belirince hayret ve memnuniyet içinde kalır. Ancak kız sessiz ve soğuktur. Sanki aralarında bir tül varmışçasına ondan uzaktır. Fani dünyaya dönmüş olsa da, gerçek anlamıyla oraya ait değildir ve ıstırap çekiyordur. Sonunda hasretten çıldıran ikinci kardeş, kıza sahiden kavuşabilmek için intihar eder. Böylece Ölüm, ikinci kardeşe de sahip olur.

Ignotus’un hikayesi arzularımızda alçakgönüllü olmanın önemiyle ilgilidir. İçlerinde en alçak gönüllü ve aynı zamanda en bilge olan küçük kardeş, acımasız ve aşağılayıcı bir sondan kurtulan tek kardeş olur. Kendisini Ölüm’den bile saklayan Görünmezlik Pelerini ile uzun yıllar yaşar ve ancak çok ileri bir yaşa erişince nihayet Görünmezlik Pelerini’ni çıkarıp oğluna verir. Sonra da Ölüm’ü eski bir dost olarak selamlar ve onunla birlikte memnuniyetle gider. İkisi, birbirinin dengi, bu hayattan ayrılırlar.

Harry ile çıktığımız büyülü yolculuğun sonunda karşımıza çıkan Üç Kardeşin Hikayesi aslında Harry için önemli bir uyarıdır. Özünde her zaman tevazu taşıyan bir çocuk olarak yaşadığı travmatik olaylarla değişen ve duyduğu andan itibaren Ölüm Yadigarları’nı takıntı haline getirse de Harry, düştüğü “Yadigarlar mı? Hortkuluklar mı?” ikileminde doğru kararı vermeyi başarır.

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları yayınlandığından beri dönen ve J.K. Rowling’in de beğendiği bir hayran teorisi var. Bu teoriye göre Peverell Biraderler’in hikayesi serideki üç önemli karakterin hikayesiyle özdeşleşir. Voldemort güce duyduğu açlık ve ölümden kaçma arzusuyla Antioch Peverell’e benzer. Mücadelenin kilit noktası Severus Snape, ölen sevdiğine duyduğu imkansız aşkı ve bu uğurda yaptıkları ile ortanca kardeş Cadmus’ın yansımasıdır. Babasından hatıra Görünmezlik Pelerini cüppesine sıkışmış, tüm mütevazılığı ve cesaretiyle Yasak Orman’da kendi ölümüne yürüyen Harry ise, ölümü eski bir dost gibi karşılayan en küçük kardeşi temsil eder.

Tüm bunların ışığında şunu söylemek gerekir ki, Harry Potter’ın hikayesi her zaman ölümle ilgilidir. En belirgin haliyle keder ve kayıpla; biraz irdelediğinizde ise ölüm fikrinin kendisiyle nasıl başa çıktığımız ve onun gerçekliğiyle nasıl yüzleştiğimiz hakkındadır. Aslında her şey döner dolaşır yine ölümün etrafında toplanır. Bütün hayatını ölümden kaçmak için harcayan ve bu uğurda aklın ve de sihrin sınırlarını zorlayan Voldemort’un ölüme karşı hissettiği korkuyu düşünelim. Böyle biri, başkalarının hayatını kurtarmak için kendini feda edip Yasak Orman’da kendi ölümüne yürür müydü? J.K. Rowling’e göre bu sorunun cevabı Harry’nin Voldemort’a karşı sahip olduğu en büyük gücü temsil eder ve Harry’yi “Ölüm’ün Efendisi” yapar. Çünkü Ölüm’ü fethetmek ölümsüzlüğe ulaşmaktan değil, ölümlülüğü kabul etmekten gelir.

Yorumlar