Possessor
Baştan söylemeliyim ki Possessor 2020’nin en başarılı yapımlarından biri. Kaliteli yapımlara ulaşmamızın çok güç olduğu bu yılda kesilikle kaçırılmamaması gereken bir bilimkurgu-korku filmi.
Tasya Vos, diğer insanların vücutlarında ikamet etmek için beyin implantı teknolojisini kullanan ve onları şirketin yararına suikastlar yapmaya sevk eden kurumsal bir ajandır. İş için özel bir yeteneği varken, bu işlerdeki deneyimleri onda zamanla bir takım komplikasyonlar görülmesine sebep olur ve bu sıkıntıların gün yüzüne çıkardığı eski anılar ve şiddetli dürtüleri bastırmak için mücadele etmek zorunda kalır. Zihinsel gerginliği yoğunlaştıkça, kontrolünü kaybetmeye başlar ve kısa süre sonra, kendini, kendi kimliğini yok etmekle tehdit eden bir adamın zihninde hapsolmuş olarak bulur.
Bu bilimkurgu-korku filminin ana karakteri, Andrea Riseborough tarafından canlandırıyor. Daha önce Mandy filmindeki oyunculuğuyla gönlümü fetheden Riseborough, Possessor’da da döktürüyor. Çok farklı bir havası olan bu başarılı oyuncu, korku filmlerine gerçekten çok yakışıyor. Bu sene çıkan vasat The Grudge yeniden çevirimi bile sırf onun uğruna izlenir.
Possessor’un yazarı ve yönetmeni, bilimkurgu-korku filmlerinin üstadı olan David Cronenberg’ün oğlu, Brandon Cronenberg. Babasının izinden giden yönetmen, müthiş bir iş çıkarmış. Possessor, günümüz dünyasına uygun ve yenilikçi bir film. Yakın gelecekte gerçekleşebilme ve hepimizin başına gelme ihtimali olan dehşet verici bir senaryo yaratılmış ve bu sırada “seyirciyi rahatsız etmeyeyim, midelerini kaldırmayayım” diyip suya sabuna dokunmamak yerine “izleyeni hem mental hem de fiziksel olarak rahatsız edeyim hem de bu filmi uzun süre unutamamalarını sağlayayım” denmiş.
Son derece orijinal bir senaryo, tüyler ürperten bir anlatım, vahşet dolu sahneler ve sarsıcı bir final. Possessor 2020’nin en iyi filmi olabilir. Herkesin hiç düşünmeden izlemesini tavsiye ederim. Zaten sonrasında film hakkında fazlaca düşüneceksiniz.
Becky
Yeni favori final girl’ünüzle tanışmaya hazır mısınız? İşte karşınızda Becky!
Becky, babasıyla birlikte bir hafta sonu geçirmek için göl evine gider. Bir grup hapishane kaçkının evlerini basmasıyla her şey kabusa döner. Bu kişiler neden orada olduğunu ve neyi açtığını bilmediğimiz bir anahtarın peşindedir. Becky istedikleri anahtarın yerini biliyor olsa da onlara verme gibi bir niyeti yoktur ve savaşmadan pes etmeyecektir.
Becky’i izlerken zamanın nasıl ilerlediğini asla anlamadım. Bir buçuk saatlik film su gibi geçti. Senaryosu son derece akıcı ve temposu fazlasıyla yüksek bu filmi ev istilası temalı korku filmleri arasında en yüksek sıralara rahatlıkla koyabiliriz. Gerilimi sürekli yükseltip bir yandan da bol kanlı sahneleri ihmal etmeyen film, bir korku filminden bekleyeceğiniz her şeyi karşılıyor. Ayrıca senaryosu da son derece gizemli ve bu gizem filmin sonuna dek korunuyor. Bir yandan Becky’nin bu hapishane kaçkınlarını teker teker alt etmesini izliyor, bir yandan da bu kişilerin asıl amaçlarının ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz.
Becky karakterine Lulu Wilson hayat veriyor. Lulu’yu daha önce Annabelle ve Ouija serileri ve The Haunting of the Hill House dizisinde izlemiştik. Oynadığı her yapımda harika bir iş çıkaran Lulu, Becky’deki performansıyla en iyi final girl’ler arasındaki yerini şimdiden aldı. Bu cesur, inatçı, zeki ve vahşi karakteri hakkıyla canlandırmış. Ayrıca filmde, hapishane kaçkınlarının başı olarak Kevin James de var.
Boya kalemi, cetvel, çim biçme makinesi. Bu aletlerin hepsi Becky’nin elinde ölümcül birer silah.
Amulet
Londra’da yaşayan Tomaz isimli evsiz eski bir askere, Magda isimli genç bir kadın ve ölmekte olan annesinin yaşadığı çürümüş bir evde kalması için bir yer teklif edilir. Evin tamirat işlerine yardım eden Tomaz zamanla Magda ile yakınlaşır. Ona aşık olmaya başladığında, uğursuz bir şeyin döndüğüne dair şüphesini görmezden gelemez. Geçmiş hayatındaki anılardan kaçamayan Tomaz şimdi çok daha farklı ve kötücül bir güçle karşı karşıyadır.
Amulet gerçekten sıra dışı ve herkese hitap etmeyen bir film. İzleyicileri ikiye böleceğine eminim. Bana gelecek olursak, ben filmi beğenen taraftayım. Fazlasıyla yavaş ilerlemesine rağmen devamlı merak uyandırıyor ve korkutmayı da başarıyor. Filmin en beğendiğim özellikleriyse atmosferi ve senaryosu. İçeriği son derece karanlık olan bu filmin kendisi de karanlık bir tonda ve görsel olarak tatmin edici. Senaryosuysa son dönemde karşılaştığım en iyilerinden. Bir korku filmi olduğu kadar dram yönü de yoğun olan Amulet, Tomaz karakterinin anıları, ölüm döşeğindeki annenin hikayesi ve şok edici finaliye izledikten çok sonra bile aklımı kurcalamaya devam ediyor.
Amulet’in en güzel detaylarından biri, Harry Potter’daki Dolores Umbridge rolüyle hepimizin hafızalarına kazınan Imelda Staunton’u görmemiz. Bu başarılı oyuncu filmde kısa bir performans sergilese de müthiş derecede iyi. Filmin yönetmeni aslında bir oyuncu olan Romola Garai. Bu korku filminin kadın bir yönetmen tarafından yazılıp yönetilmesi çok önemli bir detay. Harika bir ilk filme imza atan Garai’nin gelecek işlerini heyecanla bekliyorum.
Senenin en değeri bilinmeyen filmlerinden biri olan Amulet’e herkesin bir şans vermesi gerektiğine inanıyorum. Böylesine orijinal ve derin bir senaryoya sık rastlanmaz.
Antebellum
Film boyunca ana karakterimiz Veronica’yı iki ayrı zaman diliminde görürüz. Amerikan İç Savaşı döneminde, Konfederasyon tarafından yönetilen bir çiftlikte köle olarak gördüğümüz Veronica, günümüz dünyasında siyahi insan hakları savunucusu bir sosyologdur. İç Savaş döneminde, tutulduğu çiftlikten kaçmaya çalışan Veronica, günümüzde bir takım garip olaylarla uğraşmaktadır. Bu iki döndemde de hayatı kabus gibi ilerleyen Veronica, çok geç olmadan kısıldığı kapandan kurtulmalıdır.
Veronica karakterini Janelle Monáe canlandırıyor. Filmde kötü karakter olarak da, bu tarz rollere çok yakıştığını düşündüğüm Jena Malone var. Antebellum, hem psikolojik bir korku olduğu hem de ırkçılığa odaklandığı için filmde pek çok üzücü ve rahatsız edici sahne mevcut. Irkçılığın geçmişte nasıl var olduğuna ve günümüz dünyasında varlığını ne denli iğrenç bir şekilde sürdürdüğüne ışık tutuyor.
Antebellum’u izlemeye başladığınızda tek plan bir açılış sahnesiyle karşılaşıyorsunuz ve “işte çok güzel çekilmiş bir film” diye düşünüyorsunuz. Daha en baştan görsel açıdan beklentinizi yükselten film bu beklentiyi boşa çıkarmıyor. Filmin en önemli yanı senaryosu elbette. Geçmişle günümüz arasında sıkışıp kalan Veronica’nın başına neler geldiğini uzun bir süre kavrayamıyorsunuz ve her geçen dakika daha da meraklanıyorsunuz.
Antebellum ile sürpriz sonlu psikolojik korku filmlerine bir yenisi daha eklendi. Veronica’ya bu kabusta eşlik etmeye hazır mısınız?
Gretel & Hansel
Ormanda bir başlarına kalıp kötü bir cadıyla yüzleşen Hansel ve Gretel’in masalını hepimiz defalarca dinledik. Peki bu klasik, günümüzde daha önce görmediğimiz hangi farklı açıdan ele alınabilir?
Adındaki farklılıktan da anlayabileceğimiz üzere, filmin odağında Gretel var. Kendini keşfetme yolunda ilerleyen Gretel’e, It serisinde canlandırdığı Beverly karakteriyle tanıdığımız Sophia Lillis hayat veriyor. Yolculukları sırasında yaşlı bir kadının evine rastlayıp misafiri olan Gretel ve Hansel’i, şekerlemelerle şişmanlatılıp kötü cadının yemeği olmaktan çok daha ilginç bir son bekliyor. İki kardeş kalacak yer ve yemek karşılığında ormanın derinliklerindeki bu tuhaf evde yaşlı kadın için çalışmaya başlarlar. Orada geçirdiği süre boyunca yaşlı kadının yardımıyla benliğini, bağımsızlığını ve güçlerini keşfeden Gretel, çok geçmeden hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığının farkına varıp kendisi ve kardeşi için hayati seçimler yapmak zorunda kalır.
Orijinal haliyle bile son derece karanlık ve rahatsız edici olan Hansel ve Gretel’in hikayesi, yönetmen Oz Perkins’in onu ele alış tarzıyla izleyeni daha da geriyor. Bu yenilenmiş hikâye, filmin ağır tonu, büyülü ve bir o kadar da ürkütücü atmosferiyle birleşince ortaya çarpık bir peri masalı çıkmış. Aynı zamanda Gretel’in kendini bulduğu bu hikayenin feminist bir altmetini de var. Gretel & Hansel’deki kaliteli ve estetik yönetmenliğiyle üçüncü filmine imza atan Perkins, her filmiyle kendini daha da geliştiriyor. İlerleyen yıllarda adından sıkça söz ettireceğini düşündüğüm yönetmenin ilk iki filmini tüm korku hayranlarının izlemesini tavsiye ederim.
Gretel & Hansel, sayısı son yıllarda artan cadılık temalı fimler arasında şimdiden önemli bir yere sahip. Büyüler ve türlü iğrençliklerle dolu bu fantastik korku, meraklısını tatmin edecektir.
12 Hour Shift
1999 yılında bir Arkansas hastanesinde 12 saatlik bir vardiya boyunca, bir hemşire, kuzeni ve bir grup karaborsa organ ticareti suçlusu, yakında ölümlerine yol açabilecek bir soygun başlatır. Kuzeni aracılığıyla organları bu suçlulara ulaştıran hemşire Mandy, kuzeninin organlardan birini kaybetmesiyle yeni bir organ bulmak zorunda kalır. Mandy’i, kuzenini, organ mafyalarını, hemşireleri, polisleri ve hastanede tedavi gören bir katili kaos içinde geçecek 12 saat bekliyordur.
Mandy karakteriyle başrolde, korku filmlerinde görmeye bayıldığım Angela Bettis var. Ayrıca filmde hepimizin Scream serisindeki Dewey rolüyle tanıdığımız David Arquette de var. Daha çok bir gerilim filmi havasında olan 12 Hour Shift, mizah yönüyle de öne çıkıyor. Karakterimiz Mandy’nin başına türlü talihsizlikler gelirken bir taraftan da pek çok absürt olay gerçekleşiyor. 12 Hour Shift iyi bir absürt komedi örneği.
12 Hour Shift listemizdeki en sade korku filmi. Bu onu değersiz kılmıyor elbette. Büyük bir bütçesi, abartılı efektleri yok. Sadece son derece kaotik ve bolca kanlı. Ayrıca müzikleri de şahane, film hakkında en beğendiğim unsurlardan biri kesinlikle bu. 12 saat boyunca bir hastanenin içinde oradan oraya koşturan insanlar, çalınan organlar, ölen hastalar. İzleyen için oldukça heyecanlı bir deneyim anlayacağınız. Kısa süresiyle seyirciyi yormuyor, yer yer geriyor ama aynı zamanda güldürüyor da. Daha ne olsun?
Aynı zamanda korku filmi izlemek isteyip korkudan izleyemeyenler için ideal bir seçenek olan 12 Hour Shift, bu senenin popüler ama kötü korku filmleri arasında kaybolup gitmemesi gereken hoş bir film.
Scare Me
Bu yıl izleyeceğiniz en komik filmlerden biriyle tanışın. Aman dikkat, film sırasında kahkaha atarken kendinizi bir anda panik içinde bulabilirsiniz.
Yeni içerikler üretmek için kışın ortasında, ormanlık bir alanda kulübe kiralayan ve korku yazarlığıyla ilgilenen iki yabancı, elektrik kesintisi yüzünden birlikte zaman geçirmeye karar verirler. Gece boyunca korku hikayeleri anlatıp birbirlerini korkutmaya çalışan bu iki yazar, saatler ilerledikçe kendilerini bu küçük eğlencelerine daha da kaptırırlar.
İki yazarımızdan biri, aynı zamanda filmin hem yönetmeni hem de senaristi olan Josh Ruben, diğeri ise The Boys’daki Stromfront rolüyle tanıdığımız Aya Cash. Film neredeyse tamamen bu iki yazar arasındaki diyaloglara odaklandığı için oyunculuklar fazlasıyla ön planda. Hatta Aya Cash’in performansının bu sene en çok zevk alarak izlediklerimden biri olduğunu söyleyebilirim.
Genelde zombilerin ya da vampirlerin cirit attığı diğer korku-komedi filmlerinde korku unsuru, bu varlıklar üzerinden sunulurken izleyici karakterlerin başına gelen durumlara güler. Scare Me’yi diğer korku-komedilerden ayıran özellikse bir komedi filmi havasında olup seyirciyi başka yollardan ürkütebilmek. Mesela yazarlarımız hikayelerindeki karakterlerin rolüne bürünüp anlatımlarını sürdürürken onlara film boyunca ses ve ışık efektleri eşlik ediyor. Bu da sanki oradaymışsınız da hikâyeyi siz dinliyormuşsunuzcasına akıcı ve insanı içine çeken bir anlatım sağlıyor.
Korku yönü bir hayli başarılı olan filmin komedi yönünün ondan daha da kaliteli olduğunu söylemeliyim. Diyaloglar son derece komik, zekice esprilerle dolu ve iyi yazılmış. Aynı zamanda pek çok korku göndermesi de mevcut.
The Closet
Uzak Doğu korku sinemasında sıkça gördüğümüz “intikam peşindeki ruh” temalı korku filmlerine bir yenisi daha ekleniyor. Peki bunun diğerlerinden farkı ne?
Karısının ölümünün ardından küçük kızıyla birlikte yeni bir eve taşınan Sang Won, meşgul bir iş insanıdır ve kızı Yi Na ile yeterince ilgilenememektedir. Yi Na yatılı bir kampa gönderilmeden hemen önce evinden kayıplara karışır. San Won, tüm arama çalışmalarına rağmen bulunamayan kızının kaybını aydınlatmak için gizemli bir adamla işbirliği yapar.
The Closet bu listedeki en ürkütücü film. Gerçekten korkmak isteyen korku hayranları için geceyarısı açıp izlemelik iyi bir seçenek. Yer yer, paranormal olayları konu alan filmlerin sıkça kullandığı, jumpscare gibi ucuz numaralara kaçsa da bunları doğru anlara yerleştirerek paçayı kurtarmış diyebiliriz. Gergin bir ortam yaratıp izleyeni ekranda her an bir şey fırlayabilirmişçesine tetikte tutmayı da iyi başarmış. Teknik açıdan değerlendirecek olursak da; özenle çekilmiş, hoş kamera açıları olan ve eli yüzü düzgün bir film.
Kore’den çıkan çoğu korku filmine bayılırım ve bu filmlerde ülkelerin kültürlerine dair detaylar görmek her zaman ilgi çekici gelmiştir. Bu filmde de Kore kültürüne ve bir takım ayinlere şahit oluyoruz. Bu yüzden hem korku hem de Kore meraklılarının zevkle izleyeceğine eminim. Aynı zamanda ihmal edilen çocuklara değinen bir film olduğu için dram yönü de mevcut.
Seyirciyi üzmeyecek, sonuna kadar ilgiyle izleyeceğiniz kaliteli bir paranormal korku filmi. İzledikten sonra uzun süre dolabınızı açmaya korkabilirsiniz, benden söylemesi!
Yazan: Selin Kurtulmuş – @selin_kurtulmus