David Fincher’la Mank Üzerine

Sinema-TV sektöründen biriyle ilgili bir yazı okuduğunuzda, okuyucunun hafızası tazelensin diye yazarın söz konusu kişiyi en çok tanındığı işlerle betimlediğini görmüşsünüzdür. “X filminin başrolü” veya “Y’nin yönetmeni” ya da “Z’den tanıdığımız” gibi. Ama bazı isimler vardır ki yaptıkları işlerle tanınmak şöyle dursun, yaptıkları ve yapacakları işleri kendi adlarıyla tanıtırlar adeta. David Fincher da bu isimlerden biri. Kendisi son zamanlarda yeni filmi Mank ile hayli meşguldü. Fincher’ın 11. uzun metraj filmi olan Mank, yönetmenin önceki işlerine kıyasla eşi benzeri olmayan bir tutku projesi. Siyah beyaz çekilen bu dram filmi, yönetmenler ve senaristlerin zorunlu işbirliklerinin yarattığı ıstırabı ve coşkuyu anlatırken diğer yandan da Hollywood’un mimarı olan stüdyoların politik acımasızlığına değiniyor. 30 yıl öncesi dönemin medya deformasyonu ve “sahte haber” kavramlarının politik yansımalarını taşıyan film, bütün bu konuları pek alışık olmadığımız bir kahraman üzerinden, Orson Welles’in yönetmenliğinde Citizen Kane’i yazarak senaristliğe de el atmış bir gazeteci olan Herman J. Mankiewicz üzerinden anlatıyor. Eylül 2019’da başlayan filmin çekimleri pandemiden hemen önce, geçtiğimiz şubat ayında tamamlandı. Film 13 Kasım’da açık olan sinema salonlarında, 4 Aralık’ta ise Netflix’te izleyiciyle buluşacak.

Senaryosu yönetmenin 2003’te kanserden kaybettiği babası Jack Fincher tarafından yazılan Mank, Fincher için son derece kişisel bir film. Hem babasıyla yaptığı çalışmayı andığı hem de yönetmenin çocukluğunda babasıyla arasında başlayan filmler hakkındaki tutkulu muhabbetlerini sürdürdüğü için.

Senaryonun yazılış aşamasından evrimleşme hikâyesine, filmlerle dolu çocukluğundan Mank’in dönemsel tarzına birçok konuyu konuşan Fincher’ın Vulture’a verdiği röportajı sizler için derledik.

The Social Network yapım aşamasındayken Aaron Sorkin’e zaman zaman, “John Hughes filmlerinin Citizen Kane’ini yapıyoruz.” dediğini söylemiştin. Sen ve ben hemen hemen aynı yaştayız ve ben de senin gibi bir sinema kurdu olarak büyüdüm. Ve Citizen Kane’i henüz izlemeden bile o filmin gelmiş geçmiş en iyi Amerikan filmi olarak kabul edildiğini biliyordum. 

Kesinlikle. Babam bir gazeteci olduğundan, en iyi senaryoların gerçek dünyayı en iyi anlayan kişiler tarafından yazıldığına inanırdı. The Front Page ve Citizen Kane’e olan düşkünlüğü de en iyi filmlerin genellikle oldukça kapsamlı gazetecilik geçmişine sahip kişiler tarafından yaratıldığı düşüncesini destekliyordu. Henüz yedi yaşımdayken babam bana görme sürerliği, animasyonun nasıl çalıştığı gibi konuları anlatmaya başladı. O yaşta bile hayatımın işi olacağına inandığım bu şeyi bana açıklamak için çokça efor sarf etti. “The Beatles dünyadaki en iyi grup mu?” gibi aptalca şeylerden bahsettiğimizde “Ne açıdan değerlendirdiğine bağlı.” derdi. Ama “Şimdiye kadar yapılmış en iyi film hangisi?” diye sorduğumda cevap hiç duraksamadan verilmiş bir “Citizen Kane.” olurdu. 12 yaşında ona Film Değerlendirme dersimizde Citizen Kane’in 16 mm versiyonunu izleyeceğimizi söylediğimi hatırlıyorum. 33 yıllık bir filmi izleyeceğimiz için pek memnun değildim. Bana mağara resmi gibi geliyordu çünkü. Ama izledikten sonra hayrete düştüm. Yönetmenin ustalığını anlamadan bile filmin ayağını yere nasıl sağlam bastığını fark etmiştim. Resmen filme vurulmuştum. Henüz anlayamadığım birçok yönü vardı ama ben çok önemli bir şey izlediğimi hissettim.

Çoğunlukla çocuk filmleri izlediğin bir dönemde olduğun için seni sarsmış gibi görünüyor.

Bizim evimizde babam nicelikten çok niteliğin önemine inanıyordu. Kendisi sinema salonlarında büyümüştü. Babası bir alkolikti ve annesi de sürekli çalışıyordu. Bu yüzden hafta sonlarının büyük kısmını Tom Mix’in aynı filmini üç kez izleyerek geçirirdi. Böylece sinema salonları onun için sakinleştirici ve güvenli bir yer haline gelmişti. Westworld veya The Reincarnation of Peter Proud’u izlemeye gitmeme bir şey demezdi, ama aynı zamanda “Bunlar çöp!” derdi. Beni 7 yaşımdayken 2001: A Space Odyssey, 9 yaşımdayken Dr. Strangelove izlemeye götürdü. Ergenlik yaşlarıma kadar muhtemelen her hafta birlikte bir film izlemişizdir. İlk Alien filmini izlediğim ve babama “Sen de benimle geliyorsun.” dediğimi hatırlıyorum. Kıvranarak yüzünü kapamıştı.

??????????????????????????????????????????????????????????????????

Baban seninle Herman Mankiewicz hakkında konuşur muydu?

Babamın Mankiewicz’in farkında olduğunu bile sanmıyorum. Benim “Raising Kane” ile ilk tanışmam da lisede bir mikrofilmde oldu zaten. Dergi yazarlığından emekli olduğunda “Bir senaryo yazmayı düşünüyorum.” demişti. 60 veya 61 yaşındaydı ve ilk söylediği şey, “Hangi konuyu ele almalıyım?” oldu. Ben de “Neden Herman Mankiewicz hakkında bir şeyler yazmıyorsun?” dedim. Bu fikir hoşuna gitti ve çalışmaya başladı. Elinden geleni yaptı, ancak faaliyet alanı sınırlıydı. Yazdığı, gösteriş budalası bir megalomanyak tarafından hafızalardan silinen büyük bir yazar hakkındaydı.

Tüm bunlar kariyerinin hangi dönemine denk geliyor?

O dönem henüz bir film yönetmemiştim. İlk işime hazırlanıyordum. İki yıllığına Pinewood’a gidip çok uluslu yapıdaki bir medya holdinginde çalışmaya başladıktan sonra, yazarların ve yönetmenlerin nasıl çalışması gerektiğine dair farklı bir görüşüm oluşmaya başladı. Ondan sonra senaryonun gerçekten anlatması gereken şeyin senarist ve yönetmen arasındaki zorunlu işbirliği kavramı olduğunu hissettim: Bir film yapımında bu kadar çok farklı disipline ve beceriye minnettar olacağınız gerçeğinden hoşlanmayabilirsiniz, ama bunun doğruluğunu kabul etmelisiniz. O nedenle senaryo yazımı hem babam hem benim açımdan ilginç bir süreç oldu. Çünkü açıkçası babamı destekliyordum. Ama senaryonun ilk taslağını okuduğumda tamamıyla Welles’in işlerinden alınmış bir parça olduğunu düşünmüştüm. 12 yaşımdayken bana Welles’in her işin altından nasıl kalktığını anlatırdı: bir yazar, yapımcı, yönetmen, yıldız. Bu yüzden Welles’in onun gözünde büyük bir yeri olduğunu biliyordum. Sonra senaryo geldi ve “Vay canına bu da kim?” diye düşündüm.

Babanın senaryosundan biraz açmanı istediğim bir replik var. Kane’in ilk taslağı Welles için hazır olduğunda Mankiewicz, “Ona su geçirmez bir anlatı ve uygun bir hedef inşa ettim. Aldığı noktadan sonrası onun işi.” diyor. Senaristlerin yönetmenleri böyle gördüğünü mü düşünüyorsun yoksa bu senin bir yönetmenin işini görme şeklin mi?

Bana göre bir yazarın senaryosu için sahip olabileceği en büyük umut şu cümleyi söyleyebileceği düşüncesidir: “Bu benim çalışmamın sonuydu. Buradaki işim bitti.” Ve sonrasında Superman gibi uçuverirler. Sanırım Citizen Kane senaryosunun bu kadar iyi olmasının nedeni, Herman’ın bırakmadan devam etmiş olmasıydı. İşe koyuldu ve elinden gelenin en iyisini yaptı. Şu da bir geçek, Welles tam bir dahiydi. Citizen Kane’in ilk filmi olması inanılmaz derece şaşırtıcı bir durum. Aklı başında herkes onu takdir ediyor. Ama şunu da söylemeliyim, onun hem yazıp hem yönettiği filmleri de izledim. Citizen Kane ile aynı ligde bile değiller.

Kendi senaryosunu kendi yazmak yerine senaristlerle çalışmayı tercih eden yönetmenler denince ilk akla gelen isimlerin başında geliyorsun. Ve bu, hem yazan hem yöneten isimlerin domine ettiği günümüz sineması için alışık olunmayan bir durum. Senaryolara yaptığın katkılar için bile kendine pay çıkarmıyorsun.

Ben yazar değilim. Yapmadığım şeyler için kendime pay çıkarmam. Bir yazar çocuğu olarak bunu yapamam. Birinin daktilosuna boş bir kâğıt parçası koyup 45 dakika öylece oturmasını izledim. Yazarlığın ne kadar yalnız hissettirdiğini biliyorum.

Filmin anlatmak istedikleri günümüze çok yakın problemler gibi hissettirdiğinden, baban öldükten sonra senaryo üzerinde ne kadar çalışma yapıldığını merak ediyorum.

Babamı 2003’te kaybettik. Filmi 1997-1998 sıralarında çekmeye çalıştık, The Panic Room zamanları vazgeçtik. 2001 yılına gelindiğinde, aynı fikirde olmadığımızı anladık ve film rafa kalktı. Sonra babam hastalandı. Hayatının son bir buçuk yılını kemoterapiye giderek ve bu filmden bahsederek geçirdi. Ama onun filmi göremeyecek kadar yaşamayacağını anlaşılmıştık. Biz de bu durumu kabullendik. Mindhunter’ı bitirdikten sonra Cindy Holland ve Ted Sarandos, “Bundan sonra ne yapmak istiyorsun? ‘Her zaman şunu yapmak istemiştim’ dediğin bir şey var mı?” diye sordular. Ben de “Evet, aslında var.” dedim. Gidip senaryoyu buldum. Okudum ve sonraki işimin bu olmasını istediğime karar verdim. O an keskin bir rahatlama hissetmiştim. Senaryoyu Cindy ve Ted’e verdim. Onlar da “Yaparız.” dediler ve işte buradayız. Zaten 2000 yılında, insanların sahte haber yapmanın ne anlama geldiğini anlamasını sağlamak çok zor olurdu. “Neden bu konudan bahsediyorsun? Sahte haber yaptılarsa n’olmuş? Çabaları için onları ödüllendirmelisiniz! Hmm, siyah-beyaz mı? Yok, almayayım.” derlerdi.

Filmin görüntüsü ve sesleri sanki stüdyoda çekilmiş hissi veriyor.

Ses tasarımcısı Ren Klyce ve ben daha yıllar önce filmin sanki UCLA(Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles) arşivlerinde ya da Martin Scorsese’nin restorasyona girmiş bodrumunda bulunmuş hissi vermesini istemiştik. O nedenle sesler sanki 1940’lardaymış gibi çıkmaları için sıkıştırıldı. Biraz cızırtı ve hırıltı vermesi için müzikler eski mikrofonlarla kaydedildi. Böylece filmi izlerken duyduklarınız eski bir sinema salonunda oynayan bir film etkisi yaratıyor. Biraz komik bir durum aslında çünkü birkaç kişiye müzikleri dinletmiştim ve hepsi de “Sese ne olmuş? İç ısıtan bir sıcaklık hissi veriyor.” dedi. Ben de şöyle yanıt verdim: “Sıcaklık hissi derken kastettiğin şey, kulağa eski bir film gibi gelmesi. Analog bir film gibi geliyor.” Görüntüyü nasıl istediğimiz hale getireceğimizi düşünmek için 3 haftamızı harcadık. Ana fikrimiz, süper yüksek çözünürlükte çekim yapmak ve sonra onu bozmaktı. Bu yüzden çekimleri yaptık ve sonra o dönemin görünümüne uygun olması için görüntüleri saçma bir ölçüde yumuşattık. Bunu yaparken çözünürlüğün hemen hemen üçte ikisini kaybettik. Sonra da küçük çizikler ve sigara yanıkları ekledik.

Oyunculukların stili kesinlikle Brando öncesi dönemi hissettiriyor. Bu yaklaşımına herkes ne kadar çabuk alıştı?

Sanırım modern sinema oyunculuğunda karakterin duygularını tek bir noktadan dışarı vurması gerektiğini hissettiren bir tutum var. Bu iyi bir başlangıç noktası ama biz daha eski bir oyunculuk tarzını benimsedik: repliğinizi söylersiniz, eşyalara çarpmazsınız ve devam edersiniz. Çekimlerin ilk birkaç günü, herkes bu tarza alışmaya çalıştığından biraz ilginç geçti. Bütün beklentimizin bu olduğunu söyleyemem ama çoğunlukla bu noktadan başladık.

Oyuncuların filmin geçtiği dönemin konuşma stiline alışması ne kadar zordu?

Gary Oldman her şeyi yapabilir. Diğer oyunculardan bazılarına “Bunu George Sanders gibi yapmalısın.” derseniz, “Ne? O kim?” derler. Ama Gary ve Charles Dance, başlarını sallayıp gülümser ve ne demek istediğinizi bilirler. Diğer oyunculara gelince… Günümüzde soru yapısında olmayan cümlelerle soru sormayı alışkanlık haline getirmiş insanlar var. Bu korkunç konuşma stiline sahip olmayan oyuncuları kazanabilmek büyük bir şey. Yoksa sette şöyle oluyorsunuz: “Bu bir soru değil. Ve cümlenin sonunda sesin yükseldiğinde, sen bile bunun bir soru olmadığını bilmiyor gibisin.” Bu tür ufak şeylerin üzerinde çalışılması gerekiyordu.

Çekimler başladığında Gary Oldman 61 yaşındaydı. Haliyle Citizen Kane vizyona girdiğinde 43 yaşında olan Mankiewicz’den epeyce yaşlı. Ancak Kael’in Mankiewicz’in çok erken yaşlandığından ve F. Scott Fitzgerald’ın onun için “mahvolmuş bir adam” diye bahsettiğini biliyorum.

Şimdi bak, ben 58 yaşındayım. Bence Gary benim yaşlarımda gibi görünüyor. Herman 43 yaşındayken 55 yaşında gibi görünüyordu. 55 yaşında öldüğünde ise 70 gibi görünüyordu. Herman zor bir hayat yaşadı. Sigara ve alkol kullanması da durumu daha iyi yapmadı. Tabii ki 43 yaşında bir oyuncu seçebilirdik ama benim işimde en iyi oyuncu kazanır.

Yorumlar