The Queen’s Gambit İncelemesi

Netflix artık çok fazla şaşırtmayan bir platform. Zaten var olan içeriklerin devamını beklediğimiz, yeni içeriklerden ise aman aman bir şeyler beklemediğimiz bir platform. İşte tam da bu yüzden The Queen’s Gambit ilk gördüğümde beni kendine çekememiş, tahmin edilebilir ve sıradan bir yapım gibi gelmişti. Anya Taylor-Joy ismi de henüz önden kendi reklamını yapabilecek bir seviyede değil. Ancak dizi hakkında aldığım olumlu yorumların çokluğundan olsa gerek, içimde hafiften biriken merak hissine boyun eğdim ve bundan da oldukça mutluyum çünkü burada, bu dizi hakkında olumlu birçok şey konuşacağız. İzlemeyenler için önce ufak bir tanıtım ve öneri yazacağım, devamında da spoiler dolu bir incelemeye geçeceğiz.

The Queen’s Gambit, başrolünde yukarıda da bahsettiğim Anya Taylor-Joy’un oynadığı bir dönem dramı olarak çıkıyor karşımıza. Walter Tevis’in aynı isimli romanından uyarlama olan dizimiz daha önce de zaman içinde film olarak uyarlanmaya çalışılmış ancak çekimleri bile başlamadan iptal edilmiştir. Netflix’in başarıyla dizi dünyasına adapte ettiği bu dramda baş karakterimiz Elizabeth Taylor annesini kaybetmiş bir yetim olarak yerleştirildiği yetimhanede satranç ile tanışıyor ve oyuna olan harika yeteneği ile birlikte eşi benzeri sıkça görülmemiş bir maceraya başlıyor. Dizinin asıl dramı bir şekilde satranç oyunu ile birlikte sunulduğu için insanın aklına şu soru gelebiliyor: Hiç satranç bilmiyor olsam diziyi izlerken zorlanır mıyım? Şahsım adına oyunu bildiğim için kesin bir cevap verebilirmiş gibi hissetmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki, kavramları bilmiyor olmak size sıkıntı vermiyorsa hiçbir şekilde sıkıntı çekeceğinizi sanmam. Çünkü oyunu bilen birisi olarak benim bile bilmediğim bir sürü kavram karşıma çıktı.

Diziyle ilgili insanı tatmin eden birçok şey olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ilki olarak oyunculukların harika olduğunu söyleyebilirim. Aslında ekranda çoğunlukla baş karakterimizi görüyoruz, ki Anya’nın kendisi tek başına da bütün diziyi taşıyabilecek bir kıvamda sırf bu yüzden ancak yan rollerde sergilenen oyunculukların da yüksek kalibre olması diziden alınan zevki oldukça arttırıyor. Kamera çekimlerinde oyuncuların yüzleri ekranın çoğunu kapladığı için bunu açıkça görebiliyorsunuz ve bu çekim tekniği de bu yüzden ekstra bir açıklayıcı rolü üstleniyor. Öyle ki bazı karakterlerin hislerini, söylemek istediklerini ve söyleyeceklerini sadece yüzlerine bakarak anlayabiliyorsunuz.

Bunun dışında bu tür dönem dizilerinde, dönemin yansıtılış biçimine de dikkat ediyorsanız eğer yine sizin için tatmin edici bir ekran zamanı harcayacaksınız. Kıyafetlerden tutun çevre tasarımına kadar çok ince bir iş çıkarılmış ki, Netflix’in bu tür şeylere önem verdiğini birkaç dizi sonrasında anlayabiliyorsunuz. The Crown özellikle bu konuda kendini kanıtlamış olarak karşımıza çıkmakta. Kısacası eğer sizi etkileyecek bir şeyler arıyor ve bunun eli yüzü düzgün yapılmış olmasını istiyorsanız The Queen’s Gambit tam olarak aradığınız bir dizi, lütfen izleyin ve sonra burayı okumaya devam edin.

Yazının bundan sonrası dizide yaşanan olaylar ve karakterlerle alakalı bolca bilgi içermektedir.

Bazı hikayelerin işlenişi çok basittir. Elimizde bir kahraman vardır. Bu kahramanın sıkıntılı bir geçmişi vardır ve bu geçmişi ona yaşadığı ileri zamanlarda da sıkıntı verir. Bu süreçte kendisine yardım etmek isteyen insanlar olur ama onları sıkça reddeder, sonunda birisi yardım etmeyi başarır ve kahramanımız geçmişiyle yüzleşerek sıkıntılarından kurtulur ve amacına ulaşır. Bütün bu sürecin her bir parçası çoktan kendi kendine klişe olmuştur.

Peki bu klişeleri nasıl iyi bir şekilde anlatabiliriz? Parçaları birleştirme işlemini çok iyi yaparak. Dizinin en büyük başarısı burada yatıyor işte. Amacımız Beth’in Moskova’ya gidip Borgov’u yendiğini görmek olmadı hiçbir zaman. Amacımız Beth’in o noktaya nasıl geldiğine dikkat etmekti. Borgov’u yendiğini görmek de insanı mutlu ediyor tabii ama bir noktada da sizi sonunda mutlu eden Beth ile birlikte geçirdiğiniz yolculuk oluyor. Çünkü dizi aynı zamanda daha baştan size bunu veriyor. Açılış sekansını hatırlayın lütfen. Beth küvette uyanır, hızlıca hazırlanır, haplarını alkol eşliğinde içer ve koşa koşa satranç maçının başına oturur. Bu noktada siz karakterimizin başarılı bir satranç oyuncusu olacağını ama aynı zamanda ciddi bağımlılık problemleriyle de uğraştığını biliyor oluyorsunuz. Ve merak ettiğiniz tek bir şey oluyor: Beth bu noktaya nasıl geldi?

Bu noktada dizi bana göre iki bölüme ayrılıyor, Methuen günleri ve evlat edinildikten sonrası. Methuen günleri özellikle insanı diziye çekiyor çünkü karakterimiz satrançla ve hayatının büyük çoğunluğunu etkileyecek olan bağımlılığıyla burada tanışıyor. Hakkını vermemiz gerekir ki, bu bölümleri oynayan Isla Johnston da en az Anya kadar harika bir iş çıkarmış olarak çıkıyor karşımıza. Bütün donuk bakışlarının yanında olay satranca geldiğinde takındığı meraklı ve kızgın surat ifadeleri hemen sizi yakalayıveriyor. Mr. Shaibel karakterini oynayan Bill Camp ise yine aynı güzellikteki ifade oyunculuğu ile Isla’ya eşlik ediyor. Öyle ki sanıyorum çoğunuz benim gibi kendisini ekranda daha çok görmek istemişsinizdir. Shaibel karakteri bu açıdan Beth’in hayatındaki en önemli parça oluveriyor. Ta ki evlat edinildiği güne kadar.

Bu süreçte ise karşımıza üvey annemiz Alma Wheatley çıkıyor. Kendisi dönemindeki en klişe kadın portresini sergiliyor. Bu sayede Beth biraz daha çevresinde gelişen normal hayata uyum sağlamayı öğreniyor. Kocası tarafından terk edilmesi ile birlikte Beth’in, Alma’ya daha çok yakınlaştığını görebiliyoruz çünkü bir açıdan biyolojik annesi ile aynı problemi paylaşıyorlarmış gibi gözüküyorlar. Methuen günlerinde tanıştığı sakinleştirici haplarla başlayan bağımlılığına da bu dönemde ek olarak alkol de ekleniyor. Başlarda kontrol edebildiği 64 karelik dünyasına daha iyi hakim olabilmek için başvurduğu bu bağımlılıkları zamanla duygusal kırılmalarından kaçmak için kullandığı bir çıkış kapısı oluyor. Gerçek anlamda bu geçişi Beth’in ilk aşkına karşılık bulamayışından sonra görebiliyorsunuz.

Burada başka bir noktaya daha parmak basmak istiyorum. Anya’nın müthiş oyunculuğunun göstergesini size biraz daha hatırlatmak istiyorum. Yeni evine ilk geldiğinde, yeni okuluna ilk gidişinde, ilk mağaza gezisinde oynayan Beth’i düşünmenizi istiyorum. Aynı zamanda kocası tarafından sürekli oyalanmış, aradığı ilgiyi bulamamış ve kendi evinin içine hapsolmuş Alma’yı da düşünün. Beraber bütün o turnuvalara katılma yolculukları boyunca Beth’in hareket edişinin, yürüyüşünün, insanlarla konuşmasının ne kadar değiştiğini görebiliyor musunuz? Alma kendindeki değişimi Meksika’da kendi ağzıyla itiraf ediyor zaten. Ancak orada bulduğu mektup arkadaşı da kendisini kocasına benzer bir şekilde terk ettiğinde tekrar eski haline dönüyor. Beth’i kendi karakteristik yıkımına iten ve bağımlılıklarına hapseden hayatında anne dediği iki insanın bu şekilde kendilerinden vazgeçişleri oluyor.

Satranç Beth’in hayatının merkezinde yer alırken izleyiciler olarak da bizim her daim gözümüzün önünde yer alıyor. Bütün o oyun dışı gerilimlerin yanında Beth’in kendi 64 karelik dünyasının da kendi içinde bir takım gerilimi var. Dizi bana kalırsa en sağlam dokunuşunu da burada yapıyor. Tahtayla hiçbir zaman çok alakanız olmuyor. Bütün alakanız oyunu oynayan oyuncuların ve izleyicilerin yüzleriyle sınırlı kalıyor. Beth’in kendinden eminliğini, ne yaptığını çok iyi biliyor oluşunu ya da bir şeylerin ne kadar yanlış gidiyor oluşunu hemen anlayıveriyorsunuz. Hem Anya’nın kendi ifadeleri hem de seyircilerin bakışları ile sahnenin gidişatını anlayabiliyorsunuz. Bunu da suratlara yapılan çok yakın çekimler dolayısıyla kolayca hissediyorsunuz.

Sonuç olarak The Queen’s Gambit size harika bir başarı öyküsü sunmak istemiyor, Beth’in yolculuğu kazandığı oyunlardan daha fazlası ve belki kendisi de bunu kazandığı son maçıyla birlikte anlamış görünüyor. Ralph Waldo Emerson’un da dediği gibi: “Önemli olan varılacak yer değil, yolculuğun kendisidir.”

Yorumlar