2020’nin En İyi 20 Filmi

20 – Shirley

Korku eserleriyle olduğu kadar huysuz doğası ile de tanınan yazar Shirley Jackson, profesör olan eşi Stanley’in öğrencisi Fred ve henüz evlendiği karısı Rose’un evlerine yerleşmesinden hiç memnun değildir. Fred Stanley’in iş yükünü hafifletirlen Rose ise evi çekip çevirir. O sırada bir roman üzerinde çalışan Shirley ve kocasının yoğunluğu nedeniyle yalnız kalan Rose yakınlaşırlar. Rose, zamanla Shirley’nin yeni romanı için bir ilham perisi haline gelir ve birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine daha çok bağlanırlar.

Shirley, Shirley Jackson adlı yazarın biyografisi. Korku türünde yazdığı eserlerle tanınan Shirley, geçmişte olduğu gibi günümüzde bile insanları eserleriyle dehşete düşürüyor. En bilinen eseri ise, geçen yıllarda bayıla bayıla izlediğimiz The Haunting of Hill House’un esinlendiği kitap Tepedeki Ev. Film neredeyse tamamen, adeta yazarın kitaplarından fırlamış büyük, karanlık ve kasvetli bir evde geçiyor. Mekan, uzun süredir evden hiç çıkmamış Shirley’nin ruh halini ve beynini yansıtıyor. Renk tonları, ses efektleri ve kamera kullanımı da bu durumu güçlendiriyor. Bu sayede Shirley, sıradan bir biyografi filmi olmaktan çıkıp hayatı anlatılan yazarın benliğiyle kuvvetli bir bağ kurmuş oluyor.

Filmde Shirley’nin kendini fazlasıyla adadığı yazarlık kimliğinin yanında bir kadın ve eş kimliklerini de görüyoruz. İnsanları yazdıklarıyla dehşete düşüren bu başarılı yazar, aynı zamanda kocasıyla sağlıksız bir ilişkisi olan ve çoğu kişiyi sadece eserleriyle değil kişiliğiyle de ürküten bir kadın. Bunun yanı sıra evden çıkmayı bırakın çoğu zaman yatağından çıkacak isteği bile olmayan Shirley’nin tüm hayatı Rose’un gelmesiyle iyi yönde değişir ve sadece kitaplarında kalmayıp zihninde de yer bulan hayaletler ve çarpık fikirlerle yeni kitabını yazmak için ilhamını bulmuş olur.

Elizabeth Moss’un harika Shirley Jackson performansı bile tek başına filmi senenin en iyilerinden biri yapmaya yeterken atmosfer ve ses efektleri gibi unsular da eklenince Shirley, çarpıcı bir biyografi olmuş.

19 – The Vast of Night

1950’lerin alacakaranlığında, New Mexico’da bir gece, genç santral operatörü Fay ve karizmatik radyo DJ Everett, küçük kasabalarını ve dünyanın geleceğini sonsuza dek değiştirebilecek garip bir ses frekansı keşfederler.

The Vast of Night, düşük bütçeyle yapılabilecek en kreatif, en ilham verici filmlerden biri. Yönetmen Andrew Patterson, elindeki senaryoyu, büyük ekrana heyecan verici bir şekilde taşıyabilmeyi başarmış. Sinematografi ve koyu renk kullanımı, yaratılan havayı ve ele alınan dönemi en uygun şekilde yansıtırken, basit ama yaratıcı çekim teknikleri, özellikle kasaba içerisindeki takip kamerası anı, harika sekanslar elde etme konusunda son derece harika bir tercih haline gelmiş.

The Vast of Night, yerel radyo yayınında duyulan ve gizemi çözülemeyen frekansın peşinden giden, her dakikası merak uyandırıcı bir yapım. Bu kadar sürükleyici olması, heyecan verici teorileri benimseyen bir hikaye olmasından geliyor aslında. Dünya dışı varlılar hakkında okuduğumuz, çözülememiş olayların bir filme yansımasını düşünün, işte bu film, sizi izlediğiniz gece gökyüzüne baktırmayı başarabilecek bir hikayeye sahip. Özellikle finali, sene içerisinde en etkilendiğim anlardan biriydi. 2020’nin en hoş sürprizlerinden biri olan The Vast of Night, gözünüzden kaçmaması gereken bir hazine.

18 – Black Bear

Yeni filminin senaryosu üzerinde çalışmak için dağ evi sahibi bir çiftin yanına misafir olan Allison, bu evde kapana kısılmış gibidir. Filmin ilk kısmında, devamlı tartışma halinde olan çiftin bir de Allison yüzünden tartışmaları sonucu yaşanan kaosun ardından filmin ikinci yarısında Allison’u, yine aynı dağ evinde, bu sefer film setindeki bir oyuncu olarak görürüz. İlk kısımda olan olaylarla benzerlik gösteren ikinci kısmın sonunda, Allison’ın için neyin gerçek ya da neyin hayal olduğunu anlamamız çok güçtür.

Black Bear, senenin en kafa karıştırıcı filmlerinden biri. İki ayrı kısımdan oluşan filmin çekim tarzları ve karakterlerin rolleri farklı olsa da ikisine de kaos hâkim ve ikisinde de müthiş derecede iyi olan şey Aubrey Plaza’nın oyunculuğu. İlk kısımdaki alaycı ve umursamaz yönetmen karakteriyle ikinci kısımdaki baskı altındaki eş ve oyuncu karakteriyle iki ayrı performans sergilemiş gibi olan Plaza, filmin yıldızı.

Dolu ve fazla diyalogları olan bu filmi izlemeyi bitirdikten sonra aklınızda pek çok sorunun olacağına eminim. “Hangisi gerçekti?”, “İki kısım da gerçek miydi?”, “Bunlar Allison’ın kafasında kurduğu senaryolar mı, yoksa gerçekten bir film mi çekiliyordu?”. Açıkçası, bu soruların hiçbirinin kesin bir cevabı olmadığını düşünüyorum. Sinemanın güzel yanı da bu değil mi zaten; herkesin böyle katmanlı ve dolambaçlı senaryolardan farklı sonuçlar çıkarması. Bu yönüyle Black Bear, aslında ne olduğundan çok, gerçekleşen olayların detaylarıyla ilgili.

Adeta bir senaryo yazım sürecinin filminin, filminin çekilmesini izliyormuşuz gibi hissettiren Black Bear, izleyeni hem yer yer geren hem de fazlaca düşündüren bir film. Senenin diğer en iyi yapımları arasında, acayip senaryosuyla özel bir yere sahip.

 

17 – Kajillionaire

Film, Old Dolio adında bir kadına odaklanıyor. Old Dolio’nun ebeveynleri, şimdiye kadarki en büyük soygunlarından önce ekibe dışarıdan bir yabancıyı davet ettiklerinde, Dolio’nun hayatı allak bullak oluyor.
Uzun zamandır sektörde yer alan fakat az, öz ve nitelikli filmler çeken Miranda July, son filminden yaklaşık 9 yıl sonra çıkardığı Kajillionaire ile bir kez daha kalbimden vurdu diyebilirim. Teknik açıdan stilize bir filme imza atan July, akılda kalıcı sekanslar yaratmak konusunda da bir kez daha yeteneklerini konuşturmuş.

Kajillionaire, birbirinden farklı fakat aynı zamanda da birbirinden tuhaf üç aile üyesini merkeze koyuyor fakat asıl odak noktamız, Melanie’nin de aile içine katılmasıyla beraber, Old Dolio haline geliyor ve kendisi, son dönemde izlemekten en keyif aldığım karakterlerden biri oluyor. Film aslında son derece sevimli bir drama havası verirken, daha sonralarında karanlık bir hal alıyor. Dolio’yu keşfetmeye başladığınızda, onun saflığını gördükçe elinden tutup kaçırma isteğiniz dahi gelebilir ve olay örgüsünde de, tam olarak bu amaçlanıyor aslında. Bir kendini keşfediş hikayesine dönüşen film, Melanie ile gün geçtikçe kaynaşan, aralarındaki çekime karşı koyamayan Dolio’nun, onunla beraber geçirdiği vakitlerde yaşadığı gelişime tanıklık ediyoruz.
Yılın en kendine has, en orijinal filmlerinden biri olan Kajillionaire, Evan Rachel Wood’un da üstün performansıyla, 2020’nin en görülmesi gereken filmlerinden bir tanesi.

16 – Emma

Yakışıklı, zeki ve zengin genç bir kadın olan Emma Woodhouse, küçük kasabasının kraliçe arısıdır. Herkesçe saygı duyulan ve sevilen Emma, etrafındaki insanların aşk hayatlarına müdahil olmayı da pek sever. Devamlı bir çöpçatanlık girişiminde olan kadın, iş kendisine gelince o kadar da şanslı değildir. Hem, yardımcı olma niyetiyle, yeni yakın arkadaşının ilişkilerini bozar, hem de aslında gözünün önünde duran aşkını başka yerlerde ararken bir oraya bir buraya savrulur.

Emma, aynı adlı Jane Austen kitabının film uyarlaması. Diğer Austen uyarlamalarına kıyasla çok daha eğlenceli ve cıvıl cıvıl bir havası olan Emma, son derece özenle çekilmiş bir film. Her sahnesi bir tablo hissiyatı verecek kadar detaylı hazırlanmış. Dönem filmlerinin en önemli unsuru olan konsept tasarımı ise çok başarılı. Set, kostümler ve karakterler… Emma’yı izlerken devamlı filmin içinde, o dönemde bir balo salonunda olmayı diledim. Bunun yanı sıra filmin en iyi yanlarından biri de Anya Taylor-Joy ve Mia Goth ikilisini bir arada görmek. Yer aldıkları her yapımda ışıl ışıl parlayan bu iki başarılı oyuncu hem performansları hem de aralarındaki ilişkiyle göz dolduruyor.

Bu film hem aşk hem de dostluk hakkında pek çok şey söyleyen, tatlı mı tatlı, izleyenin moralini yükseltecek bir komedi-dram. İzleyen herkesi memnun edecek olan Emma, hem yılın en iyilerinden hem de en iyi kitap uyarlamalarından biri. İki saatlik süresi boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile.

Emma, kesinlikle kaçırmamanız gereken, rengarenk ve masalsı bir film. Yılın en iyilerinden olan, Anya’nın oynadığı, Jane Austen uyarlaması bir dönem filmi… Daha başka ne isteyebiliriz ki?

15 – Minari

Minari, kendi Amerikan rüyalarını aramak için küçük bir Arkansas çiftliğine taşınan Koreli-Amerikalı bir aileye odaklanıyor. Jacob, büyük tutku beslediği tarlasıyla uğraşırken ve Monica çalışmak zorundayken küçük çocukları David ve Anne’e bakmak için anneanne Soonja’da ailenin yeni hayatına dahil olur. Jacob çiftliği yoktan var etmekle uğraşırken evliliğine zarar vermeye başlar. Bu sırada ciddi bir kalp hastalığı olan David ise anneannesiyle güçlü bir bağ kurar. Minari, yönetmen Lee Isaac Chung için son derece kişisel bir iş. Bunun sebebi; Minari ile seyirciye kendi çocukluğunu izleriyor olması olması. David karakterinin filmde yaşadıklarını filmin yönetmeninin gerçekten yaşamış olduğunu bilerek izlemek filmi daha da etkileyici kılıyor.

Filmin en önemli noktalarından biri, David’in aldığı radikal bir kararla sarsılmaya başlayan karı-koca ilişkisi. Daha iyi şartlarda yaşama umuduyla sıfırdan bir hayat kurmak için çabalayan David ailesinden uzak kalır. Her ne kadar yaptıklarını ailesinin iyiliği için yapıyor olsa da bu onlardan uzak kalmasına değecek ve emekleri meyvesini verecek midir? Diğer bir yandan, kalbi delik olan David’in sağlık durumu beni fazlasıyla etkiledi. Hayatı bu durumdan fazlasıyla etkilenen ve gönlünce koşup oynayaktan bile geri duran bu küçük çocuğu izlemek insanın içini acıtıyor. Elbette ki, filmin izleyeni hem güldürüp hem hüzünlendirecek, en etkileyici kısımları anneanne-torun sahneleri olacaktır. Amerika’da doğduğu için Kore’den henüz gelen anneannesiyle ilk defa tanışan David, başta çok çekingen olsa da zamanla onunla çok yakınlaşır. Çok kurnaz ve küfürbaz olduğu kadar sevgi dolu da olan bu sıradışı anneanne ve David’in ilişkileri, aynen birlikte ektileri minariler (su tereleri) gibi hızla yeşerip olgunlaşır. Son derece mütevazi ve kişisel bir iş olan Minari, aile bağları hakkında çok hoş bir film. Yer yer gözleriniz dolacak ama filmi yüzünüzde bir gülümsemeyle bitireceksiniz.

14 – Color Out of Space

Gardner ailesi, şehrin gürültülü yaşantısından uzaklaşmak istemektedir. Aile, kendilerine yeni bir yaşam kurmak için, New England civarında bulunan ve şehir yaşamından oldukça uzaktaki bir çiftliğe taşınır. Nathan Gardner’ın babasına ait olan çiftlikte yeni hayatlarına adapte olmaya çalışan aile, beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalır. Evlerinin bahçesine bir meteorun düşmesi, ailenin hayatının bambaşka bir hal almasına neden olur. Bu durum sadece onları değil, dünyadaki tüm canlıları etkilemektedir. Düşen meteor, yeryüzünde eriyip, yayıldığı bölgenin renk değiştirmesine ve uzay-zamanda kırılmaların meydana gelmesine neden olur. Her şey gittikçe daha tuhaf bir hal alırken, aile korkunç bir şeyin farkında varır. Meteor, dünyanın koşullarını değiştirip, uzaylı istilasına açık bir hal gelmesine ve etkisi altına aldığı her canlının yavaş yavaş mutasyona uğramasına neden olur.

Color Out of Space, geride bıraktığımız yılın en delice işlerinden biri. Uzun bir aradan sonra yönetmenliğe dönen Richard Stanley için de büyük bir başarı olarak düşünülebilir. Stanley’nin estetik açıdan güçlü yönetmenliği, olağanüstü sinematografisi ve renklerin kusursuz uyumuyla, her bir anı sizi ele geçirebilecek bir film var ortada.

H.P Lovecraft kitaplarına ve öykülerine hastaysanız, onun aynı adlı kısa hikayesinden uyarlanan Color Out of Space’e de hasta olma ihtimaliniz yüksek. Acımasız, kan donduran, sert ve karanlık yönleriyle ön plana çıkan Color Out of Space, en iyi kıyamet filmlerinden biri. Lovecraft’ın hem korku, hem de zevk vererek, beden ve zihin hikayeleri oluşturma yeteneğini tepeden tırnağa, böylesine göz kamaştırıcı bir şekilde uyarlandığını görmek, beni çok mutlu etti. Görkemli olmasının yanında, Lovecraft külliyatına olan referansları da yakalamak, hoş ayrıntılar elde etmenizi sağlayabilir.

Zihin ve bedenin yozlaşmasına sebep olup, yokluğa sürüklenmesini sağlayan algısal menzilimizin dışındaki lanetli renkler, body-horror sevenler için zorlayıcı anlar yaşatırken, özellikle Nicolas Cage’in unutulmaz anlar yaratan performansı, Color Out of Space’i doruğa ulaştırıyor.

13 – Gretel & Hansel

Gretel ve Hansel, uzun zaman önce uzak bir masal diyarının kırsal kesiminde yaşayan iki kardeştir. Birbirlerine fazlasıyla bağlıdırlar. Umutsuzca yiyecek ve iş arayışında oldukları günlerin birinde Gretel, küçük kardeşi Hansel’ı karanlık bir ormana girmeye ikna eder. Tok bir karın ve düzenli gelir için aldıkları bu risk sonucunda, dehşet verici bir kötülüğün inine ulaşacaklardır.

Her filminde tartışmalar yaratan ve izleyicileri ikiye bölen Oz Perkins, yeni bir meydan okumayla ortaya koyduğu Gretel ve Hansel uyarlaması, her zaman olduğu gibi, yine izleyicileri ikiye bölmeyi başardı. Kendisinin sorgulanmaya açık olay örgüsü ve hikaye anlatımı anlayışı olabilir fakat teknik açıdan, ne denli yetenekli olduğu, benim için tartışmaya kapalı. Çünkü filmlerinin en güçlü yanı, görsel zenginliğinden geliyor. İzlerken sizi direkt olarak filme adapte edebilecek bir estetiğe sahip olan Oz Perkins, filmografisinin bu yeni parçasında da aynı etkiyi yaratıyor. Kullandığı açılar ve kamera hareketleri, hipnotize edici bir atmosfer ve sinematografiyle ahenk içerisinde.

Gretel & Hansel, kabusların gerçeküstü bir parıltısı gibi. Masala yepyeni bir perspektif, mistik bir soluk gelmiş. Güçlü imge ve sembol kullanımıyla ön plana çıkan film, muhteşem bir folk-horror da diyebiliriz. Herkes için demek zor fakat deneyimlemenizi öneririm.

Oz Perkins, klasik ve modern korkuyu sentezleyebilen, bütünlükte alelacele davranmayarak, yarattığı gizemi irdeleyen ve bu ağırlık sebebiyle izleyiciye ters gelebilen bir yönetmen. Benim için ise aranan kanlardan biri. Gretel & Hansel ile başlayarak, kendisini keşfetmek isteyebilirsiniz.

12 – Undine

Undine, Berlin’in kentsel gelişimi üzerine müzede sunumlar yapan bir tarihçidir. Erkek arkadaşı Johannes ile sonlanmaya yakın bir ilişkileri olan Uninde, çalıştığı müzenin yanındaki bir kafede Johannes’i beklerken, mesleği olan sanayi dalgıçlığı gereği o civarda olan Christoph ile beklenmedik bir kaza sonucu tanışır. Birbirlerine âşık olan ikili, mutlu bir ilişkiye başlarlar. Huzurlu ve güzel bir birlikteliği olan Undine’in dünyası, bir rastantı sonucu Johannes ile karşılaşmasıyla altüst olur.

Undine, Berlin’in bina ve doğa manzaraları arasında iki insanın aşkına odaklanıyor. Aynı hikâyesi gibi çekimi de yalın olan Undine izleyeni yormayan bir film. Masalsı yönüyle sıradan bir aşk hikayesi olarak kalmaktan kurtuluyor. Undine karakteri, Alman filozof Paracelsus’un simya kayıtlarında yer alan bir karakterdir. Dört element ruhundan biri olup suyu temsil eden Undine, pek çok eserin ilham kaynağı olduğu gibi bu filmde de suyla fazlasıyla bağlantılı olan Undine’in ilham kaynağıdır.

Undine ve Christoph’un ilişkisini izlerken gülümsememek elde değil. Son derece mutlu ve düzgün bir ilişkisi olan bu aşıklar, aslında çok basit görünen ama son derece anlamlı olan davranışlar sergilerler. Christoph’un kendi isteğiyle, Undine’in seyirci için fazlasıyla sıkıcı gelecek sunumlarını can kulağıyla, sanki dünyanın en ilginç şeyini dinliyormuşçasına dinlemesi bunlardan sadece biri. Buraya kadar her şey çok güzelken, birlikte gezerken Johannes ile karşılaşmları sonucu yersiz bir suçluluğa kapılan Undine, hemen ardından Christoph’un iş sırasında geçirdiği bir kaza sonucu çok karmaşık bir ruh haline bürünerek son derece acıklı bir sona doğru gider. Bu noktadan sonra gerçekleşen her olayda bir öncekinden daha fazla göz yaşı dökülür.

Son derece samimi, ama bir o kadar acı dolu bir aşk hikayesi olan Undine, hem içimi ısıttı hem de yüreğimi dağladı. Hem doyamadım hem de bitsin de daha fazla ağlamasam diye düşündüm. Kesinlikle bu senenin en özel filmlerinden.

11 – The Nest

Eski emtia komisyoncusu ve çok hırslı bir adam olan Rory, eşi Allison’ı ve çocuklarını ikna ederek rahatlarını bozup Amerika’nın kenar mahallelerinden, geldikleri yer olan İngiltere’ye dönerler. Rory bu sırada eski işine döner, tarihi de bir eve taşınırlar. Ancak bir süre sonra kendisini işe kaptıran Rory, eşi Allison ve çocuklarından kopmaya ve bambaşka bir kişi olmaya başlar.

Sean Durkin’in çekim teknikleri ve yarattığı atmosfer, korku filmi tadında olduğu için, kendinizi genel anlamda tekinsiz bir havada buluyorsunuz. Rahatsız edici müzikler ve koyu sinematografisi de, sadece göze ve kulağa hitap etmekle kalmıyor, hikaye içerisinde de kullanılan gerilim ögeleriyle de pekiştiriliyor. Böylece, Durkin’in verdiği korku tonu, harika bir uyum yakalıyor.

The Nest için, bu senenin Marriage Story’si diyebilirim fakat çok daha güçlü, karanlık ve soğuk. Aslında soğuk bir film olması, duygusallığı beraberinde götürdüğü anlamına da gelmiyor, çünkü oldukça dramatik yönleri var. Sadece evli çiftin kopan bağları değil, aynı zamanda çocukların da gün geçtikçe bozulan psikolojilerine tanıklık ediyoruz. Geçen her dakika çok daha acımasız, çok daha kaba ikili ilişkilere yol açarken, tansiyonun sürekli artması, karakterler arası dinamizmin yüksek tutulması her şeyi çok daha sinir bozucu hale getirebiliyor.

80’lerin İngiltere’sini, dönemin iş dünyasını, ego, kibir, inat ve tutkunun, insanı nasıl kör edebileceğini ve nelere yol açabileceğini oldukça iyi gözlemleyen Sean Durkin, The Nest ile en çarpıcı aile dramalarından birine imza atıyor. Jude Law ve Carrie Coon’un performansları ve aralarındaki kimya ise kusursuz.

10 – Druk

Dört lise öğretmeni, sıradan ve monoton bir hayat sürmektedirler. Hayatları gibi verdikleri dersler ve öğrencilerle ilişkileri de pek parlak olmayan bu dört adam, sarhoş olup güzel zaman geçirdikleri bir akşam yemeğinin ardından bir teoriyi test etmeye karar verirler. Kanlarındaki alkol miktarını gün içinde %0,5 değerinde tutarak daha iyi bir hayat sürecekleri hakkındaki teori başta güzel sonuçlar verse de dört arkadaş alkol alımını arttırdıkça işler çığırından çıkmaya başlar.

Druk, Thomas Vinterberg’ün son filmi. Daha önce, Mads Mikkelsen’la çalıştığı filmi Jagten ile harika ve sarsıcı bir iş çıkaran yönetmen, yine Mads ile dramatik bir işe imza atmış. Film gayet derli toplu ve yalın bir yönetmenliğinin yanında, derin senaryosu ve hoş sekansları sayesinde akılda kalıcı olmuş. Hele ki Mads’in dansı eşliğindeki final sahnesi… İzleyen herkesi aklına geldikçe dans ettirecek kadar etkili.

Mutluyken içeriz, üzgünken içeriz, kutlamak için içeriz, daha iyi hissetmek veya hiçbir şey hissetmemek için içeriz. Hepimizin içme sebepleri farklı, aynen bu filmin insanlar üzerindeki etkisi gibi. Bazılarımız dört öğretmenin aşırı alkol tüketimlerinin hayatlarına getirdikleri yıkımdan etkilenirken bazılarımız da bu durumun olumlu sonuçlarını izlerken mutlu olmuşuz. Bu duygu çeşitliliği, Druk’ın ne kadar kuvvetli, çok yönlü ve doğal bir film olduğunun kanıtı. Az, çok veya hiç içmesek de alkolün iyi ve kötü etkileri öyle ya da böyle karşımıza çıkıyor ve her durumda bu karakterlerle empati kurabiliyoruz. Empati kurmak, bazılarımız için çok zor bir deneyimken, bazılarımız için gayet hoş olabilir. Hele bu karakterlere bakıp alkol almadaki kötü motivasyonları ve bunun kötü sonuçlarını kendimizde görebiliyorsak çok fena… Anlayacağınız Druk, hem ideal bir “iyi hisset” filmi olabilir, hem de sizi cevaplamak istemeyeceğiniz bazı sorularla baş başa bırakacak bir film olabilir. Fakat her türlü, Druk mühteşem bir film.

Mads Mikkelsen’ın samimi ve başarılı performansı bu etkileyici senaryo ile birleşince ortaya yılın en iyi dram filmlerinden biri çıkmış. İzlemeden önce yanınıza içecek bir şeyler almak isteyebilirsiniz!

9 – Sound of Metal

Ruben ve kız arkadaşı Lou, karavanları ile dolaşan ve bu sırada gittikleri yerlerde konser veren iki müzisyendir. Lou mikrofonun başındayken, Ruben bateri çalar. Fakat bir gün, Ruben’in hayatı boğuk bir vızıltı duymasıyla altüst olur. Doktor, Ruben’e işitme kaybı yaşadığını ve kısa bir süre sonra sağır olacağını söyler. Sessiz geleceği ile yüzleşmek zorunda kalan Ruben, hayatını nasıl şekillendireceği konusunda karar vermek zorunda kalır.

Sound of Metal, sadece bu yılın değil, son dönemin de en etkileyici dramalarından biri ama öncelikle, olağanüstü ses kullanımını övmek gerekli. Ses miksajı, kurgusu ve tasarımı, filmin en büyük gücü.
Bu şekilde, Ruben’i sadece duygusal olarak hissetmiyoruz, kendisi de oluyoruz. Onun bedeninde, onun psikolojisinde yer alabiliyoruz. Karakterle bağ kurmakla kalmıyoruz, onunla iletişime geçebiliyoruz. Onun gözünden dünyayı yeniden tanıyoruz. Hayal kırıklıklarını ve mutluluklarını paylaşabiliyoruz. Bu gücün altında yatan ise söylediğim gibi, detaylıca işlenmiş ses kullanımı.

Sound of Metal, bazı anlarda suratınıza sıkı bir yumruk yemiş hissi yaratabilir, omzuma koca bir yük de bırakabilir. Ortada, sıradan “iyi hisset” hikayelerinden çok daha fazlası var. Özellikle müzisyenseniz, çok daha etkili hale gelebilir. Bu film, hafife aldığımız şeyleri, aslında her şeyi, kaybetmenin yarattığı dehşeti, üzüntüyü ve kederi mükemmel bir şekilde yakalıyor. Özellikle Ruben ve Lou arasında geçen ilişki, finale doğru çok daha vurucu hale geliyor.

Darius Marder’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu ilk film olan Sound of Metal, ruhsal bir iyileşmeye, zorlayıcı anlarla tanıklık etmemizi sağlayarak büyük bir başarı yakalarken, Riz Ahmed’in ismini de Oscar için en büyük adaylar arasına sokuyor.

8 – The Invisible Man
Son derece travmatize olmuş mimar Cecilia Kass, tüm hayatını kontrol eden, optik mühendisi erkek arkadaşı Adrian Griffin’in deniz kenarındaki malikanesinden gecenin köründe gizlice kaçar. Ne kadar uzakta olursa olsun, hiçbir yerde manipülatif Adrian’a olan korkusu dinmez ve er ya da geç onunla bir kez daha yüzleşmek zorunda kalacağına inanır. Adrian’ın ölüm haberi Cecilia’ya ulaşsa da görünmeyen bir varlığın peşini bırakmadığına inanan Cecilia, ya gerçeklik konusundaki kontrolünü yitirmeye başlamıştır ya da Adrian ölümden sonra bile onun yakasını bırakmayacağı bir yol mu bulmuştur.
Görünmez Adam, H.G. Wells’in aynı adlı roman için yarattığı, zamanla klasik bir Universal Canavarı olmuş, son derece ikonik bir karakter. Yıllar içinde pek çok uyarlamasını izlediğimiz bu karakteri şimdi ise en yenilikçi haliyle izliyoruz. Filmin yönetmeni, önceki filmi Upgrade ile aksiyon-gerilim filmlerine yeni bir soluk getiren Leigh Whannell, bu sefer korku ve dram da katarak, ortaya fazlasıyla orijinal bir iş çıkarmış. Ağzınız açık izleyeceğiniz aksiyon sahnelerinden, sizi koltuğunuza çivileyecek korkunç anlara kadar her saniyesinden zevk alacağınız bir film. Cecilia karakterini canlandıran Elisabeth Moss ise senenin en iyi performanslarından birini sergileyerek filmi bir adım öne taşımış.

Adrian tarafından devamlı olarak psikolojik ve fiziksel şiddete uğrayan Cecilia’nın hikayesi, yüksek statüdeki erkeklerin, hayatlarındaki kadınları, ellerinde bulundurdukları gücün de yardımıyla nasıl travmatize ettiklerini ve bu durumdan kendilerini kurtarmaya çalışan kadınlara nasıl “sorunlu, deli, çıldırmış” gibi etiketleri kolayca yapıştırabildiklerini gözler önüne seriyor. Sadece statü sahibi kişilerin değil, herhangi bir erkeğin tacizine maruz kalan kadınların sayısının korkunç derecede fazla olduğu ve sonunda seslerini duyuracak gücü buldukları bu dönemde, Görünmez Adam karakterinin, bu konuya odaklanan bir korku filminde kullanılması harika. Her ne kadar seyirciyi temelde korkutan durumlar Cecilia’nın başına gelen dehşet verici olaylar olsa da filmin özünde, belli insanların içine işlemesi gereken, çok daha önemli bir korku unsuru mevcut; hayatlarını cehenneme çevirdikleri kadınların, bir gün içlerindeki gücü bulup onlara, kendilerine yaptıklarının bedelini ödeteceği korkusu.

The Invisible Man, görsel efektleri ve çekim tekniklerinin yanı sıra konusu ve ana fikriyle, son derece orijinal ve çağımızın şartlarına uygun bir aksiyon-korku filmi. Özellikle belli başlı erkekleri uyarayım; The Invisible Man uykularınızı kaçırabilir.

7 – Mank

Mank, 1941 yapımı “Citizen Kane” fiminin senaristerinden olan Herman Mankiewicz’in hayat hikayesini konu ediniyor. Gary Oldman’ın canlandırdığı Mankiewicz’in çakantılı hayatına tanıklık ettiğimiz bu biyografik yapımın yönetmenik koltuğunda David Fincher yer alıyor. Fincher’ın babasının yazdığı bu senaryo, yönetmen için oldukça özel bir yere de sahip.

Mank, teknik anlamda bu senenin en iyi çekilmiş filmlerinden bir tanesi. Fincher, dönemin ruhunu, stil sahibi yönetmenlik yetenekleriyle de yakalıyor ve sanki, o dönemde çekilmiş bir film etkisi yaratarak, bunu anlatım diline ve kamera hareketlerine de döküyor. Gerek sinematografisi, gerekse de siyah-beyaz tonlaması, kusursuz seviyede desem abartmış olmam. Dekorlar, kıyafetler ve dönemin ambiyansı, muhteşem prodüksiyon tasarımı ile birlikte bir görsel şölen niteliğinde. Diyaloglar kesinlikle akıcı ve eğer konuya hakimseniz, bu akıcılık sizi filmin içinde rahatça tutuyor. Herkese hitap etmesi zor bir yapım fakat sinemanın dönemlerine ilgi duyanlar için izlemesi zevkli hale gelecektir. Senaryoda ele alınan tarih aralığı son derece mühim, Fincher’ın da en politik ve eleştirel filmi olduğunu düşünürsek, yönetmenin filmografisinde de kişisel bir yere sahip olacağını söylemek yanlış olmaz.

Aslında filme başlarken, sadece Citizen Kane filminin senaryo aşamasını ve bununla beraber Mank ile Orson Welles arasında iyice artan gerginlikleri göreceğimizi düşünmüştüm fakat çok daha fazlasıyla karşılaşmak, beni gerçekten mutlu etti. Mank’ın perspektifinden, dönemin değişen politikasına ve sinemaya olan etkilerine tanıklık ettik. Sektörün acımasızlığını ve iki yüzlülüğünü gördük, işsizliğin geldiği noktaya ve halk üzerindeki etkilerine şahit olduk. Filmi izlerken, karşılaştığımız olaylardan ve insanlardan sürekli yeni bir şeyler öğrenebiliyorsunuz.

Peki bu film Citizen Kane’in mirasına bir arkadaş mı? Bu da filmi, nereden, ne şekilde yakaladığınıza bağlı. Oscar sezonunda, çok büyük ihtimalle en çok adaylığı koparacak olan Mank, benim için yılın en prestijli filmlerinden bir tanesi. Oyuncu kadrosundan da tam verim alan Mank, özellikle Amanda Seyfried’in ışığını yeniden parlatıyor.

6 – Soul

Sıradan New York hayatından, kozmik bir anlatıma uzanan Soul, “seni sen yapan şey nedir?” sorusundan yola çıkıyor. Bizler, yaşamın en çok merak edilen sorularının yanıtlarını keşfederken,
New York’un ünlü caz kulübü The Blue Note’ta çalma hayalleri kuran müzik öğretmeni Joe Gardner’ın, kanalizasyon deliğine düştükten sonra başka bir aleme geçiş yapmasıyla yaşananlara da şahit oluyoruz.

Soul hakkında söylenmesi gereken ilk şey, animasyon teknolojisinin geldiği nokta ve bunun, inanılmaz iyi bir şekilde kullanılması. Grafikler ve ışık kullanımı, bambaşka bir seviyede. Pixar, bu teknolojiyi en iyi biçimde izleyicilerine sunuyor. Ayrıca müzik kullanımının filme verdiği enerji de göz ardı edilmemeli, resmen itici güç niteliğinde ve kalbinizi ısıtabiliyor.

Soul için, Wolfwalkers’ın ardından, bu yıl çıktığım en dokunaklı ve yaratıcı yolculuk olduğunu söylemem gerekir. Inside Out’un spiritüel versiyonu olduğu dile getirildiğinde oldukça heyecanlanmıştım ve gerçekten de öyleydi. Sizler, izlerken neler hissetmişsinizdir bilemem, tahmin etmem de çok zor fakat ben, gözyaşlarıma hakim olamadım. Hayata, benliğimize, hayallerimize, anılarımıza, yaşadığımız ve yaşayacağımız her ana bahşedilmiş, şiir gibi bir animasyon. Joe ve 22 arasındaki karakter farklılıklarından yola çıkarak, izleyicilere sunulan bakış açısı ve olay örgüsü, olabilecek her anlamda etkileyici.

5 – Never Rarely Sometimes Always
Autumn Pennsylvania kırsalında yaşayan genç bir kadındır. Gizemli bir şekilde hamile kalmasının üzerine Autumn yardım aramaya başlar. Yaşadığı kentteki muhafazakâr yasalar yüzünden kürtaj yaptırma şansı yoktur. Bunun üzerine Autumun, kuzeni Skylar’la birlikte ihtiyaç duyduğu yardımı bulma umuduyla, New York eyaletine giden bir otobüse biner.
Never Rarely Sometimes Always, teknik açıdan son derece yalın bir film. Efektler yok, sıra dışı kamera kullanımları yok, dikkat çekici bir renk paleti yok ve oyuncuları kariyerlerinin ilk performanslarını sergiliyorlar. Buna rağmen film gayet düzgün çekilmiş, soğuk ve donuk renkleri filmin tonuna tamamen uygun ve oyunculuklar harika. Elbette görsel olarak süper tatmin edici bir film değil ama buna ihtiyacı da yok zaten. Tüm gücünü konusundan alıyor bu film.

Autumn’un hikayesini izlemek çok güç bir deneyim. Anne olmaya kesinlikle hazır olmayan ve bu konuda ailesinden destek göremeyecek bu liseli genç kadının kürtaj yaptırmaktan başka şansı yoktur. Bu hedefe ulaşma yolunda pek çok toplumsal ve yasal sıkıntıyla karşı karşıya kalır. Skylar sayesinde kendilerine yetecek paranın bir kısmını bulsalar da günübirlik gitmeyi düşündükleri New York’ta daha bazı sebeplerden dolayı uzun kalırlar. Bu sürede istasyonlar ve metrolarda uyur, neredeyse hep aç gezerler ve hayatta kalabilmek için başka zor yollara başvururlar. Bu iki kadının hikayesinde, muhafazakâr toplum yargılarının ve yasaların, özellikle genç kadınlar için ne kadar yaralayıcı olduğunu ve gizli kalan cinsel saldırıların yarattığı yıkımı görürüz. Özellikle filmin doruk noktası olan, “Never, Rarely, Sometimes, Always” kelimelerinin kafamızda tekrar tekrar yankılanmasına sebep olacak danışman sahnesiyle izleyen herkes gözyaşlarına boğulacak.

Never Rarely Sometimes Always, yalın ama güçlü anlatımıyla senenin en iyilerinden biri. Her kadın bu filmde kendinden bir şey bulacaktır. İzleyen herkes Autumn ve Skylar’ın elinden tutmak isteyecektir.

4 – Possessor
Tasya Vos, diğer insanların bedenlerinde yaşamak için beyin implant teknolojisini kullanan ve onları şirketin yararına suikast yapmaya iten bir ajandır. Tasya’nın bu süreçte yaşadıkları, onda dramatik bir değişime neden olur. Anılarını ve dürtülerini bastırmak için mücadele etmek zorunda kalan Tasya, zihinsel gerginliği arttıkça kontrolü kaybetmeye başlar. Çok geçmeden Tasya, kendi kimliğini yok etmekle tehdit eden bir adamın zihninde sıkışıp kalır.

Sinema tarihinin en özgün korku yönetmenlerinden David Cronenberg’in oğlu olan Brandon Cronenberg, tıpkı babası gibi, kendi sinemasını yaratma konusunda emin adımlarla ilerlerken, onun ayak izlerini takip ediyor ve filmlerinde, ondan aldığı ilhamı gizlemiyor. Possessor, aslında yüzeysel fakat gizemini koruyan ve bunu kullanabilen bir senaryoya sahip. Asıl başarısını, yarattığı distopatik dünyayı mükemmel bir şekilde yansıtan yönetmenlikten alıyor. Brandon, tıpkı Winding Refn ve Panos Cosmatos’u andıran sihrini kullanarak filmin o zengin görselliğini donatıyor, yaratıcı bir body-horror elde ediyor. Gerek renk kullanımı, gerek izleyicinin üstüne kabus benzeri çöken sekanslar, gerekse de filmin merkezine alınan “zihne hapsolma” meselesi gibi, izleyiciyi de hapsolan zihnin içine çekecek kadar başarılı sahnelerle beraber, kesinlikle özel anlar yaşatıyor.

Possessor için, tarif edilmesi zor bir deneyim diyebilirim. Ağırlığı, birçok izleyici için sorun yaratacak seviyeye gelebilirken, filmi en başından itibaren benimsediğinizde, doruk noktasına ve finale bambaşka bir hazla varabilirsiniz. Film, birçok meseleyi psikolojik ele alırken, cinsel kimliği ve dünyada var olma sebeplerini de ilgi çekici bir şekilde işliyor.

Ele aldığı karakterle bağ kurmayı zorlaştıracak kadar çok yönlü bir hal alan, kan donduran estetikliğiyle durmaksızın, sizi ürkütücü gelecek önermesine doğru sürükleyen Possessor, çarpıcı bir korku/bilim-kurgu filmi olmayı başarıyor.

3 – Berlin Alexanderplatz


Francis, Batı Afrika’dan Akdeniz’i yasadışı olarak geçen bir teknede hayatta kalan tek kişidir. Avrupa’nın güneyindeki bir kumsalda uyandığında, bundan sonra düzenli ve nezih bir yaşam sürmeye karar verir. Ancak kendini, çalışma izni olmayan, vatansız bir kişiye acımasızca muamele edildiği günümüz Berlin’inde bulur. Başlangıçta bir işi olsa da sonra o işi bırakır. Daha sonra, uyuşturucu satıcısı ve onu ülkeye alan insan kaçakçısı Reinhold’un etkisi altına girer. Onun için çalışmaya başlayan Francis, belki de hiç kurutamayacağı bir bataklığa girmiş. Bu sırada, Mieze adlı kadınla tanışmasıyla, daha önce hiç bilmediği bir duygu olan mutlulukla tanışır ama Reinhold bu mutluluğu elinden almaya kararlıdır. Berlin Alexanderplatz teknik açıdan neredeyse kusursuz bir film. Ana karakter Francis’in ruh hali çekim teknikleri ve ışıklandırmayla çok iyi yansıtılmış. Filmin tonuna göre değişen bu elementlerden en akılda kalıcısı neon renklerin baş döndürücü kullanımı. Bu yönüyle film, son derece kaliteli ve klas görünüyor. Aynı zamanda oyunculukların da filmin başarısında büyük etkisi var.

Albert Schuch tarafından hayat verilen, filmin kötü karakteri Reinhold, filmin en güçlü yönlerinden biri. Reinhold gibi son derece adi, iğrenç ve rahatsız edici bir karakter o kadar iyi canlandırılmış ki seyircinin ona duyduğu nefret filmi çok daha etkileyici kılıyor. Berlin Alexanderplatz, izlediğinizde kendinizi iyi hissedeceğiniz bir film değil. Tam aksine, hayatın korkunç yönlerini sergileyen, acı dolu ve rahatsız edici bir film. Bir mültecinin kabul edilemez şartlarda yaşamak için köle gibi çalıştırıldığı ve ardından kötü niyetli insanlar tarafından manipüle edildiği üzücü ve dehşet verici bir hikâye. Film Francis’in mülteci hayatı ve yapmak zorunda bırakıldığı seçimlere odaklanmanın yanı sıra, ruhunun derinliklerine de ayna tutuyor. Hayatta ilk defa mutluluğa kavuşmuş ve âşık olmuş Francis’in seçimleri kendi sonunu mu getirecek, yoksa en nihayetinde hayalini kurduğu hayata kavuşacak mı?

Yılın en sarsıcı filmlerinden biri olan Berlin Alexanderplatz, her yönüyle çok sağlam ve uzun süre akıldan çıkmayan bir film. Ayrıca bu yılın değeri en bilinmeyen yapımlarından biri.

2 – Wolfwalkers
17. yüzyılda geçen hikâyede, Robyn ve bir avcı olan babası Bill, İrlanda’da yaşamaya başlarlar. Robyn, şehirden sıvışarak ormandaki kurt sürüsünü yok etmekle görevli babasının peşine takılır. Bu sırada babasından ayrı düşen Robyn, yerlilerin “wolfwalker” dediği, ormanda yaşayan, kurda dönüşebilen ve diğer kurtları yönlendirebilen Mebh adlı kızla tanışır. Kralın emri üzerine yok edilmeye çalışılan ormanı kurtlarıyla birlikte savunan Mebh, yeni bir yaşam alanı aramak üzere ayrılan annesinin geri dönmesini beklemektedir. Mebh’e yardım etmeye karar veren Robyn, eğlenceli ve bir o kadar da zorlu bir maceraya koşmaktadır.
Yönetmen Tomm Moore’un önceki filmleri Song of the Sea ve The Secret of Kells gibi, Kelt kültürüyle bağlantılı olan Wolfwalkers’ın mitolojik ögeleri ve özgün animasyon tarzı bir araya geldiğinde ortaya masalsı bir film çıkmış. Gerçekten de her sahnesi, adeta bir masal kitabında görebileceğiniz illüstrasyonlar kadar büyülü ve etkileyici. Film sizi koltuğunuzdan alıp İrlanda’nın rengarenk ormanlarının derinliklerine doğru, destansı bir yolculuğa çıkarıyor. İnsanın ruhuna dokunan folk müzikleriyle, kendinizi Robyn ve Mebh’in peşi sıra, kurtlarla özgürlüğe doğu koşarken buluyorsunuz. Sırf teknik yapısı ve görselliğiyle bile 2020 yılında çıkan tüm animasyonların arasından kolayca sıyrılan Wolfwalkers, bu özelliğiyle, aynı zamanda senenin diğer pek çok filmini de başarısıyla geride bırakıyor.

Robyn ve Mebh, başlangıçta çok farklı görünen ama özlerinde aynı saf kalbe sahip iki küçük kız. Mebh, sürüsünü, ormanını ve sevdiklerini korumak için her şeyi yapabilecek, vahşi ama bir o kadar da korkusuz, yardımsever ve tatlı, Robyn ise inandıkları uğruna babası dahil herkesi karşısına alabilecek, dik kafalı olsa da cesur, kararlı ve tutkulu bir karakter. İşte bu iki küçük kız, hırsları yüzünden doğayı ve başka canlıları katletmekten çekinmeyen yöneticilerle, onlara boyun eğmiş, bağnaz ve umursamaz insanlara iyi bir ders vereceklerdir. Wolfwalkers, sadece doğa ve doğadaki canlıların önemini değil, aynı zamanda bu kavramların insanlarla olan ruhani bağlantısını, Kelt mitolojisi üzerinden izleyiciye sunuyor. Bununla birlikte dostluk, aile ve doğru olanı yapma gibi konuları da barındıran Wolfwalkers, çok yönlü, anlamlı ve fazlasıyla derin bir senaryoya sahip.

Bazı filmler ne kadar anlatılırlarsa anlatılsınlar, izlendikleri zaman yaratacakları etkiyi vermeye yaklaşamazlar bile. Wolfwalkers da işte bu filmlerden biri. Renk kullanımı, efektleri ve çizgileriyle adeta görsel bir şölen. Folklorik ve dramatik senaryosuyla seyirciye yoğun duygular hissettiren unutulmaz bir deneyim. Hem ağlatan hem güldüren, sımsıcak ve eşsiz bir yapım.

 

1 – Nomadland

60’lı yaşlarında olan Fern, Nevada kırsalında yaşamaktadır. Şehirdeki ekonomik çöküşten etkilenen Fern, neredeyse tüm eşyalarının kaybeder. Bu durumun ardından Fern, minibüsünü bir karavan haline getirip, modern bir göçebe olarak yola koyulur.

Chloé Zhao, günümüzün en değerli yönetmenlerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor ve bunu, gerek ilk uzun metrajı Songs My Brothers Taught Me, gerekse de bir diğer filmi The Rider ile göstermişken, üstüne Nomadland gibi bir başyapıtla kanıtlamış oldu. Kendisinin filmlerine kattığı doğallık ve samimiyet muazzam. Özellikle her karesi içinizi ısıtacak kadar büyüleyici açılar kullanması, tüm bu içtenliği unutulmaz hale getiriyor. Nomadland’in sahne geçişleri ve sinematografisi, Ludovico Einaudi’nin müzikleri ile öyle bir uyum içerisinde ki, her an birbirinden özel sekanslara şahit olabiliyoruz.

Nomadland, bir yolculuk filmi, kendi özgür ruhu ve bedeni dışında, hiçbir yere ait olmayanların hikayesi. Bu yolculuğa Fern ile çıkıyoruz ve onun gibi gezgin olan insan manzaralarıyla çevreleniyoruz. Bu kişilerin hayat mücadelelerini, nasıl tutunduklarını ve acı dolu geçmişlerini dinliyoruz. Onların acı -tatlı hüzünlerine sarılıyoruz. Bir filmin her saniyesi ne kadar dolu olabilecekse, o kadar dolu Nomadland. Söylediğim gibi, bu yolculuğa Fern ile çıkıyoruz ve onun yalnızlığına arkadaşlık edenlerden biri oluyoruz. Filmde hem onun, hem de karşılaştığı insanların anıları, birer birer bizim anımızmış gibi zihnimize kazınıyor. Saf mutluluk yaratmanın ne demek olduğunu da tekrar öğreniyoruz.

Nomadland, şüphesiz, milyonlarca insana, onlarca şey katacak güçte bir film ve Oscar sezonunda, kişisel olarak en çok bu filmin adaylıklarını destekleyeceğim. Son övgümü ise Frances McDormand’e bırakacağım, kendisi benim gözümde, En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’ın en büyük adayı. Onu izlemek ve her filme kattığı o muazzam performansları deneyimlemek, çok başka bir keyif.

Hazırlayanlar: Selin Kurtulmuş (@Selin_Kurtulmus) ve Ferit Doğan (@sonofbrucewayne)

Yorumlar