Robert A. Heinlein tarafından 1966 yılında kaleme alınan eser bu tarihten yaklaşık bir asır sonrasını konu alıyor. 2075 yılında Ay’da kolonileşmenin olduğunu ve bunun da yüz yıla yakın süredir devam ettiğini anlıyoruz ilk sayfalardan. Bir bilgisayar teknisyeni olan Manuel Garcia O’Kelly Davis’in anlatıcılığıyla uydumuzda bir maceraya çıkıyoruz.
Sanıyorum ki günümüzde Ay’da kolonileşmeye dair öngörü ve beklentiler Dünya’da kaynakların azalması veya tükenmesi sebebiyle Ay’da ya da Mars’ta yeni bir yaşam kurmak ya da Dünya dışı bir uydu ya da gezegenden kaynak sağlamak üzerinedir. Heinlein da aynı beklentilere hem ucundan dokunuyor hem de kolonileşmeyi çok farklı bir boyuta taşıyor. Ay 2075 yılında, bir zamanlar Avustralya’nın olduğu gibi suçluların ya da ‘’aykırı’’ların gönderildiği bir sürgün yeri. Fakat Ay’ın bir atmosferi yok ve bu sebeple insanlar yeraltı şehirlerinde yaşıyor ve bu yeraltı şehirleri mikrobiyolojik olarak steril bulunduğundan Ay’da viral enfeksiyonlar ve birçok hastalık da bulunmuyor. Üstüne üstlük Ay’daki yerçekimi Dünya’dakinin yalnızca altıda biri. Bu sebeple cezası bitse dahi Ay’da altı aydan fazla kalanların vücudunda Dünya’da tekrar yaşamayı çok zorlaştıracak ve ömürlerini kısaltacak fizyolojik değişimler yaşanıyor. Dünya sakinleri de zaten halihazırda Dünya’dan siyasi sürgün olarak gönderilen ve asli görevi Ay’da tahıl üretilip Dünya’ya sevkiyatının sağlanmasını güvence altında tutmak olan ‘’başgardiyan’’ tarafından yönetilen Luna Devleti’nden geri dönecek herhangi bir aykırıyı geri istemiyorlar.
Bunun en büyük sebebi suçlu olmalarının yanında (cezaları bitse dahi böyle görülüyorlar) çiftçilik yaparak Dünya’daki 11 milyar nüfusa gıda takviyesi sağlamaları. Böylece Heinlein’ın kolonileşme tasviri bir yandan kaynak sağlama bakımından öngörülerimizle örtüşürken, hapishane konseptiyle de beklenmedik bir yerden yakalıyor. Tahıl gönderimi noktasındaki sorun şu ki anneleriyle birlikte cezaevine giren ve orada büyüyen çocuklar gibi Luna’da doğan ve büyüyen ama hiçbir suçu olmayan vatandaşlar olması. Yaklaşık 100 yıldır kolonileşme devam ettiği için üç dört kuşağa kadar özgür doğmuş Luna vatandaşı bulunuyor. Ama farkında olmadan Terra yani Dünya vatandaşlarına tarım köleliği yapmış oluyorlar. Yazar bize bunları yine bir özgür vatandaş olan Manuel’in ağzından anlatıyor. Manuel daha önce Dünya’ya gitmiş ve orada eğitim almış bir teknisyen ve iş başına para alarak Otorite adındaki Terra tarafından gönderilen başkanlığın bilgisayar işlerini görüyor. Bu sırada daha hesaplı olduğu için bütün ana görevlerin bir bilgisayara yüklenmiş olduğunu görüyor. Luna adeta bu bilgisayar tarafından yönetiliyor! Fakat daha da şaşırtıcı olan Manuel’in bilgisayarın öz farkındalık yani bilinç kazandığını fark etmesi oluyor. Manuel’in de dostluğu ve yardımıyla gün geçtikçe bilinci güçlenen ve aynı zamanda çok ‘’zeki’’ bir makine olan bu bilgisayara Mycroft ya da kısaca Mike takma adı veriliyor. Tabii ki Manuel tarafından. Çünkü bütün diğer Luna vatandaşları gibi Otorite’den hoşlanmayan Manuel, Mike’ın bilincini ve onunla dostluğunu kimsenin bilmesini ve müdahale etmesini istemiyor. Yine Mike’ın talebiyle bir gün Otorite karşıtı bir toplantıya katılan Man, buraya güvenlik güçlerinin gelmesi ve kanlı bir çatışma olması sonucunda kendini; Prof diye tanıttığı bir dostu ve bir arkadaşının misafiri olan Lunalı bir kadın Wyoming ile birlikte Mike’tan aldığı eğer bir şeyler değişmezse yedi yıl içinde Ay’da kıtlık ve yamyamlık olacağı bilgisi ışığında devrim planları yaparken buluyor. Her ne kadar yönetimden hoşlanmasa da kendi işinde gücünde olan ve kendi yöntemleriyle su ve elektrik kaçırarak ailesiyle birlikte tarımla uğraşıp geçinip giden Manuel için çok beklenmedik oluyor ve işine gelmiyor bu durum. Fakat bilgisayarın yardımına güvenerek ve Prof’un da desteğiyle bir şekilde işin içine dahil oluyor. Ve ana planları sadece bu ufak kadro şekillendiriyor.
‘’Devrim çok az kişinin uygulayabilecek kadar yetkin olduğu bir bilimdir.’’
Bundan sonrasında devrimin ayrıntılarını anlatmak anlamsız ve zor olacaktır. Yazar da bence siyasi ve sosyal altyapıları ve ideolojileri tanımlamaya çalışırken, aynı zamanda saldırıların ve savunmaların detaylarını anlatırken bu kısmı biraz fazla uzatmış. Belki bilimsel ve teknik açılardan karakterlerin hipotezlerini ve hamlelerinin motivasyonlarını somutlaştırmış fakat okuma zevkini bu sebeple bir miktar düşürdüğünü söyleyebilirim. Yine de gençliğinde donanmada görev yapmış ve yaşadığı yıllar itibariyle iki dünya savaşına da tanıklık etmiş olan Heinlein birçok tarihsel ve edebi altyapıdan romanı besleyerek özellikle Profesör Bernardo de La Paz karakterine derinlik katıyor. Aynı zamanda Luna’nın halkı, dili, kültürü gibi devrimi de çok uluslu ve Türk halkının bağımsızlık savaşından da esintiler taşıyor. Gerek 19 Mayıs’ın devrim için önemli bir tarih olması gerek yoldaşların ‘’Ya istiklal, ya ölüm!’’ sloganlarıyla Türk tarihine de selam veriyor. Fakat devrimin ve Luna halkının ana sloganı ‘’Tanstaafl!’’ yani there are no such thing as a free lunch. Türkçeleştirilmiş haliyle bedavaya yemek yok. Bu bir yandan Aykırıların geçinmek için kendilerinin çalışıp didinmeleri gerektiğini ifade ederken bir yandan da hiçbir kaynak gönderiminde bulunmadan tahıl talep eden Dünya halkına bir gönderme.
Kendisini akılcı anarşist olarak tanımlayan ve bölücülük suçlamasıyla siyasi sürgün olarak Ay’a gönderilen Prof, toplum ve hükumet kavramlarının kendinden sorumlu bireylerin eylemlerinden başka bir varlığının olmadığına inanır. Ahlaki açıdan Bunu kitaptaki şu sözüyle açıklar: ‘’Devlet diye bir şey yoktur. Sadece bireyler. Her biri kendi eylemlerinden sorumludur. Beni çevreleyen kurallar ne olursa olsun, ben özgürüm. Onları tahammül edilebilir bulursam, tahammül ederim; eğer onları çok iğrenç bulursam onları kırarım. Özgürüm, çünkü yaptığım her şeyden ahlaki olarak tek başıma sorumlu olduğumu biliyorum.’’
Manuel ise Prof kadar akılcı olmasına rağmen pek etliye sütlüye karışmama yanlısı ve biraz da alaycı bir karakterdir, belki de bu yüzden devrimin tetikleyicisi ve çok önemli biri olmasına karşın aslında devrimin kaderi asla salt olarak onun ellerine kalmaz. Her şey Prof ve Mike’ta bitmektedir. Özellikle profesörün, kurulan kongre yani meclis hakkındaki sözleri ana kadro dışında kimsenin karar yetkisi olmadığını kanıtlar niteliktedir: ‘’Her çağda popüler mitolojiye adapte olmak gerekir. Bir zamanlar krallar Tanrı tarafından vaftiz ediliyordu, o yüzden sorun Tanrı’nın doğru adayı vaftiz ermesini sağlayabilmekti. Bu çağın miti ‘halkın iradesi’…’’
Bilge karakteri anlatıcının biraz daha az derin olmasıyla dengelemek ve bilgisayarın eylemleriyle karakter gelişimini sağlam sebepler üzerine kurmak Heinlein’ın roman adına yaptığı en iyi işlerdendir fakat Luna’da ne Manuel’in ailesinde ne yoldaşlar arasında akıl, mantık, bilgi bağlamında dişe dokunan bir karakter olmaması üzücüdür. Aile kavramına değinmişken Luna’daki aile dinamiklerinden bahsetmeden geçmek olmaz. Kolonilerde hem kaynakları içeride tutabilmek hem hep birlikte yaşayarak tasarruf sağlamak amacıyla hem de kadın sayısının erkeklerin yarısı kadar olması sebebiyle çoklu evlilikler, sıra evlilikleri ve poliamori çok yaygındır. Kadınlar inanılmaz değer görmekte ve özellikle romantik ilişkilerde istekleri ve rızaları çok önemli kabul edilmektedir. Bu da muhafazakar dünya görüşüne rağmen yazarın kitapta libertaryan fikirleri işlemesi ve tartışmasının yanında feminist temaları da işlemesiyle bizi şaşırtıyor.
Devrimin sancılı sürecini özetlemeden geçip hem en zorlu hem de okuması en sürükleyici kısımları sizlere bıraktık. Fakat sonundan kısaca bahsetmeden olmaz, devrimin başarılı olup olmadığını size söylemeyeceğim fakat en heyecanlı en aksiyonlu kısımları okurken aynı Merry ve Pippin’in Shire’a duyduğu özlem gibi sakinliğe özlem duyacak ve karakterlerin dostluğunu kanıksayacaksınız. Gün bittiğinde eve dönmek, bütün karmaşa bittiğinde sevdiği dostlarını görmek ister insan ama Manuel için bu pek mümkün olmayarak yüreğimizi burkuyor.
‘’…şimdi merak ediyorum. Yiyecek isyanları insanları kendi haline bırakmak için çok mu yüksek bir bedel olurdu? Bilmiyorum. Hiçbir cevabı bilmiyorum. Keşke Mike’a sorabilseydim.’’
Kitaba ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
Yazan: Elif Çetin