İthaki Bilim Kurgu Klasikleri #8 – Çocukluğun Sonu

Çocukluğun Sonu, sinema ve bilimkurgu severler tarafından bir klasik kabul edilen 2001: Bir Uzay Macerası kitabının ve film kurgusunun da yazarı olan Arthur C. Clarke tarafından 1953 yılında kaleme alınmış ve yayımlanmıştır. Önceleri Guardian Angel isminde bir öykü yazan Clarke daha sonra öyküyü uzatıp kapsamını geliştirerek Çocukluğun Sonu’nu meydana getirmiştir.

Temelde üç ana bölümden oluşan kitabın belli ve süregelen bir ana karakteri bulunmuyor. İlk bölümde takvimler yirminci yüzyılın sonlarını gösteriyor. ABD ve SSCB arasındaki uzay yarışı tüm hızıyla ilerliyor ve roketler inşa ediliyor. Fakat bu yarış uzun sürmeyecektir çünkü insanlık başka gezegenlere yıldızlara doğru bir yolculuk planlarken yıldızların onlara geldiğinin farkında değillerdir. Kitabın henüz ilk bölümünün ilk kısmının bitiminde insanlar dünyadaki tek akıllı ve öz farkındalıklı ırk olma ayrıcalığını kaybederler. Artık bilmedikleri bir galaksiden ve kim bilir hangi gezegenden olan ve ‘’hükümdarlar’’ adını verdikleri canlılarla birlikte yaşamak zorunda kalırlar. Çünkü hükümdarlar uzay gemileriyle dünyanın bütün önemli şehirleri üzerinde durmuş ve artık insanlığı yöneteceklerine dair bir duyuru yapmıştır. Clarke bununla ilgili romandaki havada asılı kalan uzay gemilerini, II. Dünya Savaşı sırasında bir çeşit savunma teçhizatı olan ‘’baraj balonları’’nın Londra üzerindeki görüntüsünden esinlenerek oluşturduğunu söylemiştir. Bunun aksine hükümdar ırkının Dünya’ya gelişi barışçıl bir uzaylı istilası kabul edilebilir. Çünkü kaldıkları süre boyunca insanlara zarar verecek hiçbir şey yapmamış, tüm roman boyunca insanlık yararına çalışmışlardır.

Hükümdarların gelişinden yaklaşık elli yıl sonrası olarak kabul edilen Altın Çağ’da ise birinci kısımdan tanıdığımız insan karakterlerle artık karşılaşmıyoruz fakat insanların gözetmen olarak adlandırdıkları ve bir hükümdar olan Karellen halen görevini sürdürüyor olarak karşımıza çıkıyor. Bölüm, insanların daha önce görmeye hiç nail olamadığı ve neden görünmedikleriyle ilgili bir açıklamada da bulunmayan hükümdarların insanlığa artık insanların buna psikolojik olarak hazır olduğunu ve hükümdarları görebileceklerini belirten bir duyuru yapması ve kendini göstermesiyle başlıyor. Sayıca ne kadar oldukları ve güçlerinin sınırları zihinlerinin kapasiteleri tam olarak bilinmeyen hükümdarlar kanatlı ve canavarımsı yaratıklar olarak karşımıza çıkıyor. Yazar bize bu bölümde hükğmdarlar geldiğinden beri yaşanan gelişmeler hakkında da bilgi veriyor. Robotların birçok işi yapabildiği,eğitimin çok ilerlediği,suç oranlarının neredeyse sıfıra indiği, insanların keyif aldıkları işleri istedikleri kadar yaptığı bir ütopya çıkıyor karşımıza. Üstelik bu ütopya olabildiğince stabil biçimde seyrine devam ediyor. Yalnız sanatın ve bilimsel sıçramaların olabildiğince yavaşlaması yan etkisiyle karşılaşıyoruz. Hükümdarlar tarafından uzaya gitmesi yasaklanan insanlar bu konuda araştırmalar yapmıyor, hükümdarların kolaylıklar sağlaması sebebiyle ihtiyaca cevap niteliğinde buluşlar yapılmıyor ve neredeyse herkes keyfine bakıyor. Tam anlamıyla çocuk parkına dönen koca bir gezegene de Karellen bakıcılık ediyor ve Altın Çağ’ın büyük bir hızla sona doğru ilerlediğini de bir tek o biliyor.

İnsanlar bu rüyanın içinde yaşarken kolektif bilinç olarak açıklanan bir bilinçten yıllardır gizlenen bir bilgi sızıyor: hükümdarların hangi gezegenden olduğu. Yıllardır hükümdarların kontrolünde ve yönlendirmesiyle yaşayan insanlık hala hükümdarların neden binlerce ışık yılı uzaktan dünyamıza geldiğini ve amaçlarının ne olduğunu bilmiyor. Hükümdarların tedarik gemilerinden birine kaçak bir yolcu olarak binmek amacıyla karmaşık bir plan yapan Jan isminde bir genç bilim insanı hükümdarların gezegenini gören ilk insan oluyor. Yine de oraya gitmesi hükümdarların amacını anlaması için yeterli bilgiyi edinmesini sağlamıyor. Fakat o dönene kadar görelilikten dolayı dünyada seksen yıl geçmiş olduğu için hükümdarların dünyadaki görevi sona ermiş ve amacına ulaşmış oluyor. Döndüğünde bütün olanları Karellen’den dinleyen Jan öğreniyor ki hükümdarlar başka ve çok daha güçlü bir şey olan ‘’zihindar’’ın emrinde dünyaya, insanlığı eğitmek ve evrimin bir sonraki basamağına ya da daha doğrusu sıçramasına hazırlamak için gönderilmişler. Zihindar tarafından bütün çocuklar kontrol altına alınmış ve onların zihinleri daha büyük bir tekilliğe doğru yola çıkmış. Kalan tüm insanlar da ya ölmüş ya da kendilerini öldürmüş. Böylece Jan hükümdar gezegenini gören ilk insan olduğu gibi kendi gezegenini gören de son insan oluyor.

Hem Dünya gezegeni ve üzerindeki insanların daha ileri medeniyetler tarafından ilk çağlarında kabul edilmesi ve hükümdarlar tarafından büyütülüp nihayete erdirilmesi hem de tüm insan çocukların kişiliklerini yitirip başka daha büyük bir bilincin parçası haline gelmesi sebebiyle roman Çocukluğun Sonu’nun hakkını veriyor. Neredeyse hiçbir distopik öge barındırmayan Çocukluğun Sonu, kurduğu ütopyanın altında yatan belirsizlikler ve insanlığın kendine yabancılaşmasıyla barış ve huzurun içine ince bir korku sızdırıyor. Kitapta bahsi geçen hükümdar ırkının görevini öğrenmemize rağmen Clarke bize amaçlarını açık açık söylemiyor. Buna rağmen anlıyoruz ki insanlar nasıl hükümdarları çözmeye çalışıyorsa hükümdarlar da zihindarı çözmeye çalışıyor. Bu noktada ‘’zihindar’’olarak belirtilen tekillik ya da yüce bir bilinç benzeri karşımıza çıkan öge çok tanıdık olmasına karşın biraz eksik kalmış denebilir. Bundan dolayı çocukların bilinçlerinin değişmesi ve ona yönelmesi kısmı da biraz havada kalıyor. Kitabın büyüleyici bir sona sahip olması için çok büyük ve büyü benzeri bir güce ihtiyaç olmadığı kanaatindeyim. Clarke’ın muhteşem yazarlığı ve ufuk açıcı kurgusuyla birleşince yalnızca hükümdarlardan daha güçlü ve somut olarak var olan bir ırkın kontrolü altında olması ve buna bağlı bir son yeterli ve tatmin edici olabilirdi. Fakat bizim somutluğunu tam algılayamamış olmamız, zihindarın akıl almaz ve büyülü bir şey olduğu anlamına gelmez. Çünkü Arthur C. Clarke’ın da dediği gibi; ‘’Yeterince gelişmiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez.’’

Yazan: Elif Çetin

Yorumlar