Her filmin alt metinde anlatılan bir hikayesi vardır, gerçekten hiçbir şey olmadığına sizi inandıracak filmlerde bile üzerine yazabilecek pek çok şey bulabilirsiniz. Deadpool ise bu konuda yazarı zorlayabilecek nadir filmlerden çünkü her karesi gönderme dolu bir film, müzikleriyle bile böyle. Kendine has yorumları ve beslendiği kaynaklar açısından alt metni dolu hatta birazdan okuyacağınız gibi şaşırtıcı. Her zaman yaptığımız gibi ilk ipuçlarını toplayarak filmi irdelemeye başlarsak filmin ne anlattığını anlayabilir ve sonraki adımlara geçebiliriz; ilk ipuçlarımız Nergis esintisi ve Wolverine.
Nergisin mitolojik öyküsü diğer mitolojik hikayelerden çok farklıdır. Tanrıların, büyük kahramanlarının hikayeleri içinde sade ama etkili bir hikayedir. Bugün nergis dediğimiz çiçek adını Narcissus’tan alır. Narcissus oldukça yakışıklı bir avcıdır, Echo ise çok güzel bir peri kızı. Bir gün Echo, Narcissus’u görür ve aşık olur ama Echo’nun bir sıkıntısı vardır, konuşabilmek adına tek yapabildiği karşısındakinin söylediklerini tekrar etmektir. Hal böyle olunca Narcissus bu sevgiye karşılık vermez. Echo ise aşkından günden güne bitap düşer, içine kapanır ve ölür. Vücudundan kalan kemikler kayalara, sesi de ekoya dönüşür. Bunu gören Olympos Tanrıları bu duruma sinirlenerek Narcissus’u cezalandırırlar. Av peşinde yorgun düşen Narcissus, bitkin ve susamış şekilde bir su kenarına gelir ve tam eğildiği anda sudan kendi yansımasını görür. Kendi yüzünün, vücudunun güzelliği karşısında hayran kalır ve aşık olur. Yerinden kalkamaz çünkü ilk defa kendi yansımasını görmüş ve adeta büyülenmiştir. Tıpkı Echo gibi o da günden güne erir, ne yemek yer ne su içer, sadece kendini izleyerek ölür, vücudundan geriye de nergisler kalır.
Narcissus’un bu mitolojik hikayesi gelecekte psikoloji alanını da etkileyecekti. 1898 yılında İngiliz seksolog Havelock Ellis 1898 yılında otoerotizm ve Narsisizm (aşırı mastürbasyon için kullandığı Nacissus-like) üzerine ciddi olarak kalem oynatan ilk isim oldu, ki değindiği konular üzerinden Sigmund Freud daha detaylı analizler de yapacaktı. Narsisizm ise bugün fazlasıyla tartışılan bir konu. Kendini psikolojik hastalık derecesinde önemsemek (kimilerine göre kendine aşık olmak) olarak tarif edebileceğimiz bu rahatsızlığın bazı özelliklerini derlemek gerekirse, Narsistler, başkalarının duygu ve düşüncelerini gerektiği kadar umursamazlar, sürekli karşı taraftan ilgi, onaylanma ve hayranlık beklerler, kendilerinin çok iyi olduğunu düşündüklerinden Narsistleri sadece yüceltebilirsiniz ve asla olumsuz eleştiride bulunamazsınız. Üzerine onlarca kitap yazılan bu rahatsızlığı elbette burada irdelemeyeceğiz, ancak bilmeniz gereken şey bugünün büyük sorunlarından biri haline gelmiş Narsisizmin aynı zamanda bu filmde de kendine yer buluyor olması.
Wade Wilson, oldukça çocuksu bir karakter. Bu detay önemli, çünkü Sigmund Freud, çocuklarda görülen Narsisizmin doğal olduğunu söyler. Anne karnından itibaren oluşan ‘’ben’’ duygusu, çevresindeki nesneleri algıladıkça-tanıdıkça şiddetini kaybeder ancak tümüyle yıkılmaz, çünkü yaşayabilmek için belli bir düzeyde Narsisizm gereklidir, sadece aşırı olanlar psikolojik hastalık olarak tanımlanır. İşte bu yüzden Wade Wilson’un Narsisizmi pek göze batmaz ancak o eski güzelliğini yeniden elde edebilmek için bütün bir film boyunca mücadele eder, bunu yaparken de örneğin Colossus’un, Al’ın ya da Weasel’in fikirlerini pek önemsemez, kendi fikirleri ve planları daha önemlidir. Ayrıca dönüşüm yaşadıktan sonra kendi yansımasını görüp çığlık çığlığa bağırması da Narcissus göndermelerinin en büyüğüdür, mastürbasyon şakalarını da yine kendisinden duyarız ve de sonuç olarak Wolverine takıntısının sebebini anlarız, çünkü Wolverine ile Deadpool, mutantların içinde neredeyse ölümsüz olan iki karakterdir, güç olarak denktirler, bu yüzden de Deadpool’un alaylarına film boyunca maruz kalır, tam da Narsisizme uygun bir şekilde.
Francis Freeman ise sinir uçları yanmış, acı çekemeyen bir mutanttır. Daha doğrusu kendi deyimiyle hiçbir şey hissetmeyen bir mutanttır. Wade Wilson ile ilk karşılaşmasında, ona yaşayacağı süreci tarif ederken de aynı hissizliği görürüz, tıpkı bir Narsist gibi karşısındakinin duygularını hiçe sayar, empati yoksunudur. Fakat Wade Wilson da yukarda saydığımız sebeplerden dolayı altta kalacak bir kişi değildir, fırsatını buldukça birbirlerini küçümserler. Daha ilk karşılaşmalarında Wade Wilson’un şakası ardından Francis’in de aynaya bakması (yansımasına bakması) da bir Narcissus göndermesidir, yani kusursuz dış güzellik isteği. Ayrıca işler istediği gibi gitmediğinde de Francis’in ne kadar saldırgan olabildiğini de görürüz, Wade onu alaya aldıkça o daha yıkıcılaşır. Sürekli adını sorması da bir takıntıdan çok Wade Wilson’un yola gelip gelmediğini öğrenmek içindir, çünkü Francis’in gözünde o kendisine nasıl davranması gerektiğini kavrayamamış birisidir. Wade Wilson, Francis’i sadece bir kere alaya almaz ancak onda da dördüncü duvarı yıkarak olayı espriye çevirmeyi başarır.
Bu kısmı bitirmeden önce son olarak bizi bir sonraki adıma taşıyacak bir konudan bahsedelim. Mastürbasyon esprilerinde, bir sahnede Wade elinde bir unicorn tutmaktadır. Unicorn kanını içenlerin ölümsüz olduğu ancak
onları öldürmenin de beraberinde lanet getirdiği mitlerde anlatılır. Masumiyeti temsil ettiği söylenen bu mitolojik varlığın, kimi mitlerde korkunç bir yaratık kimindeyse masum ve güzel olduğu söylenir. Ctesias, unicornlardan bahseden ilk kişidir (Indica adlı eserinde) ve bu varlıkların Hindistan’da bulunduğunu söylemiştir.
İlk çıktığımız nokta bizleri Hindistan’a getirdiğine ve yine filmimizde bir (görmediklerimizle beraber üç) Hintli karakter olduğuna göre bu tesadüf değil, bir göndermedir. Dopinder, Bandhu ve Gita’dan yola çıkarak yönetmen bir noktayı işaret eder. Bandhu ve Gita, araştırıldığında bizi Hindu felsefesine/mitolojisine taşır. Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi, Yüce Tanrı’nın Kendi Şarkısı) ya da kısaca Gita, Hindu felsefesinde önemli bir yere sahiptir, kendisinden önce yazılmış Upanishadlar’dan fazlasıyla etkilenmiştir, kimi kaynağa göreyse Upanishadlar’ın en önemli bölümlerindendir. İşte bu iki metin ise filmin ikinci mitolojik ayağını oluşturur. Önce Upanishadlar’dan başlayalım.
Upanishadlar, genellikler Vedalar’ın Sonu (Vedanta) olarak adlandırılır, Vedalar’ın sonu ve tamamlayıcısı olarak nitelenir. Evren, yaşam, ölüm, ölüm sonrası-yeniden doğuş, tanrı gibi pek çok kavramı açıklamayı amaç edinir. Öncelikli olarak metinle filmin bir karşılaştırmasını yapmakta fayda var. Duyular aralarında üstünlük tartışması yaparak tanrı Brahma’ya giderler ve ona içlerindeki en üstünün kim olduğunu sorarlar, sırayla söz, göz, kulak, akıl, meni ve son olarak da soluk vücudu terk eder, içlerinden sadece bir tanesi olmadığında insan yaşayamaz; soluk. Wade Wilson’a yapılan son işkence de nefesini kesmektir. Zaten Upanishadlar neredeyse baştan sona soluğu över, yüceltir, keza filmimiz de dolaylı yoldan bunu yapmıştır diyebiliriz.
Yine Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Upanishadlar’ın önsözünde en yüce varlık Brahma ile her canlının içinde barınan Atman’ın aynı varlık olduğu söylenir, metindeki öğretiye göre en yüce amaç, Brahma ile bir olmaktır. Bu da bilgisizliğin yenilmesiyle olur ve yüce amaca ulaşmak için iyi-kötü her türlü işi bırakmak gerekmektedir. Bu kısımlara biraz yorum katmak gerekir. Her canlının içinde bulunan öz, bu filmde mutant/mutasyon kavramıyla yorumlanabilir. Kimisi doğuştan mutant olabilir ancak bu filmde Wade Wilson ve pek çok kişi hayatının sonuna gelmiş basit insandırlar, mutant değil. Francis’in yaptığı da bu kişileri iyi ve kötü her şeyden uzaklaştırarak onları birer mutant haline getirmektir, herkes mutant olabilecek özü taşır. Eğitimle, akılla ya da çok okumayla kazanılmayacak bu Atman, kendisini seçen kişi tarafından kazanılır ve Atman kendi doğasını açık eder. Yine Wade Wilson mutant olduktan sonra kendi dünyasının dışında kalan bizlere ulaşabilecek kadar bilgi sahibi olmuştur, artık bilgisi/kavrama yeteneği kendi evrenini aşmıştır, tanrılaşmıştır ya da tanrıya erişmiştir.
Bhagavad Gita ise filmin doğrudan gönderme yaptığı ikinci Hindu metnidir, Mahabharata destanından bir parçadır. Krishna ile Arjuna arasında geçen konuşmalardan belli parçalar alırsak eğer, Deadpool ile Dopinder arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkarmış oluruz. Kurukshetra Savaşı öncesinde, Krishna ile Arjuna arasında geçen konuşmaları içeren kitap aslında bizi tıpkı Upanishadlar gibi pek çok noktaya ulaştıracaktır. İki noktada ise bu kitap önemli, birincisi kitaba biraz yüzeysel ikincisi ise daha detaylı bakmayı gerektiriyor. Savaşmak istemeyen Arjuna’nın, Krishna tarafından ikna edilişini okuyoruz, Deadpool’da da tıpkı kendi kanından olanlarla gireceği savaşı reddeden Arjuna gibi, Dopinder da kuzeni olan Bandhu ile daha savaşmadan pes etmiş, Gita’dan vazgeçmiştir. Nasıl ki Arjuna’yı ikna etmek için Krishna varsa, filmimizde de Deadpool var. Krishna, Arjuna’yı bir yandan ikna ederken bir yandan erdemler konusunda da bilgilendirir, ona yapması gerekenleri adı adım anlatır; Deadpool da aynısını Dopinder’a yapar. Ayrıca Krishna kıyamet gününde göstereceği yüzünü de Arjuna’ya gösterir, tıpkı Deadpool’un takside yüzünü Dopinder’a gösterişi gibi, ki Deadpool da zaten yüzünün ne kadar kötü olduğunu göstermek için bunu yapar. Fakat detaylı şekilde eseri incelediğimizde Bhagavad Gita’da anlatılan erdemlerin tam zıttı bir karakter var karşımızda. Deadpool, tezi desteklemek yerine tezi kabul eden ancak uymayan bir karakter profili çiziyor.
İşte buraya kadarki kısım bizi bir noktaya bağlayabilmek içindi. O nokta da V for Vendetta. Öncelikle V for Vendetta ile Deadpool arasındaki benzerlikleri tespit edersek her şey daha kolay yerine oturacaktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, V for Vendetta çizgi romanı ile filmi birbirinden öz olarak farklı, vardığı sonuçlar daha farklı. O yüzden Deadpool’un filmi mi yoksa çizgi romanı mı tercih ettiğini tespit etmemiz gerek, tabii bunu uzun uzadıya yazmaktansa sonuca gelelim; Deadpool, V for Vendetta’nın filminden etkilenmiştir. Kısa yoldan bu sonuca vardığımıza göre karşılaştırmaya başlayabiliriz.
V ile Evey’in ilk karşılaşmasında Evey tacize uğruyordu, Wade Wilson ile Vanessa’nın ilk karşılaşmasında da, V toplama kampında üzerinde deneyler yapılarak bir kahramana dönüşüyordu, Wade Wilson da toplama kampından
farksız bir yerde yine deneyler yoluyla güçlerini elde ediyor. Ayrıca hiç kimse fark etmedi mi bilemem, neden onca farklı makyaj yapılabilecekken Wade Wilson’un vücudu tümüyle yanmış gibiydi? V for Vendetta’dan hatırlayalım,
yüzünü zaten göremediğimiz karakterimizin hapishaneden kaçış sahnesinde tüm vücudunu görüyorduk ve bildiğimiz üzere de vücudu tümüyle yanmıştı. Tabii kaçmak dediğimizde de, V’nin de bulunduğu yeri patlatarak kaçtığını ve Deadpool’da da aynısının olduğunu hatırlatmış olalım. Toplama kampında V ile hayallerini paylaşan Valerie gibi Deadpool ile hayallerini paylaşan David vardır mesela. Weasel’in film içinde oldukça anlamsız duran ‘’5’’ fıkrasını buradan anlamlandırmak mümkün. Bu kısma kadar zaten çizgi romanla da örtüşse de bundan sonra sayacaklarımız, neden Deadpool filminin V for Vendetta filmiyle paralellikler gösterdiğini açıklayacak.
Maksimum enerji… Bunu sık sık Wade Wilson’dan duyarız, fakat neden duyduğumuzu hiç düşündük mü? Francis, Wade Wilson ile ilk karşılaşmasında onu bir mutant yapabilmek için aşırı strese maruz bırakacakları uyarısını en baştan yapmıştır. Aşırı stresin sonucu da maksimum enerji olarak doğmuştur diyebiliriz pekala. Yani bir etki-tepki meselesi. İşte V for Vendetta’nın çizgi romanıyla filmini birbirinden ayıran nokta budur, filmde izlediğiniz her şey etki tepki üzerine kuruludur, V’nin düşmanlarını öldürürken tercih ettiği yollar da böyle, küçük bir çocuğun rejim polislerince öldürülüşünün ardından halkın verdiği tepki de tam olarak böyle. Wade’in de dediği gibi ‘’Bana iyi davranacağınıza söz verin. İyi davranın ki aynı şekilde başkasına davranayım.’’
Yine çizgi romanda V ile Evey arasındaki ilişkiyi aşkla açıklayamazken filmde V ile Evey arasında bir yakınlaşmadan söz edilebilir, Deadpool’da da Wade-Vanessa aşkını ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım. Yine filmde V birçok rejim polisi ile son mücadelesini yaparken, Deadpool da Francis’in onlarca adamıyla mücadele eder, tıpkı V gibi sadece kılıçlarıyla. Son olarak Matrix serisinde Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving’in, V for Vendetta filminde V’yi oynadığını, Captain America: First Avenger filminde de Red Skull’u oynadığını biliyoruz; Ajan Smith şakalarını ve Hyra Bob göndermesini böylelikle birbirine kolayca bağlayabiliriz.
Mitoloji, film ve edebiyat konusunu son iki maddeyle tümden kapatmak için iki maddeyi daha ele alalım. İlk maddemiz, DMX’in şarkısı X Gon’ Give It to Ya aslında Cradle 2 The Grave (Beşikten Mezara) filminin müziği. Filmde kötü karakter Sona’yı canlandıran Kelly Hu’nun, ikinci X-Men filminde Lady Deathstrike karakterini canlandırdığını unutmayalım. Peki Lady Deathstrike’in özel gücü neydi? Wolverine ve Deadpool’un gücü neyse birebir aynısı. Biz az önce Narsisizm demiş miydik?
İkinci madde ise Francis’in takma adı yani Ajax ile alakalı. Şimdi burada küçücük bir nokta var, Ajax ama hangi Ajax? Mitolojide iki farklı Ajax vardır, ikisi de yunan mitlerinde Aias adıyla bilinir ve ikisi de Truva Savaşı’nda çarpışmıştır. O zaman iki farklı Ajax’ı da tanımak gerekir. İlk bahsedeceğimiz Ajax yani Aias, Telamon’un oğludur ve Ajax The Great olarak anılır. Görünüşü, boyu ve kalıbıyla zaten hemen herkesten ayrılır, kendisi inanılmaz derecede güçlüdür ve oldukça güçlü ve delinemez bir kalkana da sahiptir, Truva Savaşında kardeşi Teucer ile omuz omuza savaşmıştır. Achilles ile kuzendir, Achilles ölümsüzlüğüne güvenirken Aias daha çok kuvvetine güvenir. Achilles’ten sonraki en büyük ve en ölümcül kahraman olarak anılır, zaten onun ölümünden sonra silahları için Odysseus ile mücadele etmiş ancak silahlar hileyle Odysseus’a verilmiştir. Bunun intikamını almak istediğindeyse, Athena tarafından ikinci bir hileyle bir sığır sürüsünü Akha Ordusu olarak görür ve saldırır, gözündeki perde kalktığındaysa öldürdüklerinin Akhalar olmadığını anlar ve gururu kırılır; melankolik bir gülüşle ve kalbine kılıç saplayarak intihar eder. Ölümünden sonra Odysseus ile Ölüler Diyarı’nda (Hades Diyarı) karşılaşmış ancak Odysseus’un çabalarına rağmen konuşmamış ve gizemli bir şekilde susmayı tercih etmiştir.
İkinci Aias ise Oileus’un oğludur ve Ajax The Lesser olarak bilinir. Kabadır, kavgacıdır ve de kibirlidir. Achilles’ten sonra en hızlı kişi olarak bilinir. Akha Ordusu ile birlikte Truva’da savaşmış olsa da kötü karakterli biridir. Cassandra’yı kaçırmış ve tecavüz etmiştir, bunun üzerine tanrılarca cezalandırılmış ve gemileri ile mürettebatı yok olmuştur ve bu onu kibre yöneltmiştir. Kendisini tanrıların bile öldüremeyeceğini düşünürken Athena’nın gazabına uğramıştır.
Peki bu iki hikaye bizi bir sonuca ulaştıracak mı? Kısa bir düşünme bizi Francis’in her iki Aias’tan da etkilenerek yaratılan bir karakter olduğu sonucuna ulaştırır. Ama kesinlikle öyle değil. Hem Deadpool hem Colossus hem de Francis, Aias’tan bazen görsel bazen de hikaye alıntıları yapar. Yorumlama meselesi… Peki bu yoruma nasıl ulaşırız?
Deadpool film boyunca Francis’e düşman olduğu kadar X-Men’den de hazzetmez, Colossus kendisini Profesör X ile tanışmaya götürmek istediğinde buna direnir, X-Men olmaktan kaçar ve Colossus’un değerlerini sürekli reddeder. Ayrıca görsel olarak yapılan Colossus tercihi gördüğümüz gibi Aias’a uymaktadır, delinemez kalkanı da zaten derisidir ve yine Deadpool ölümsüzlüğüne güvenirken kendisi gücüne güvenmektedir, kardeş Teucer’in yerindeyse Negasonic Teenage Warhead vardır. Francis ise yukarda okuduğumuz gibi daha çok ikinci tipe uymaktadır, gemisinin yok edilişi ve adamlarının öldürülüşü, kadın kaçırmak, hızlı refleksler… Deadpool’un Francis ile olan ilk dövüşünde, Deapool’un son haliyle Aias’ın intihar ederkenki görüntüsü, ayrıca Francis’e karşı takındığı sessiz tavır yine ilk Aias tiplemesine göndermedir. Tabii neredeyse ölümsüz, kimi yoruma göre fazlasıyla bencil ve öfkeli Achilles portresi de zaman zaman Wade Wilson’u andırmaktadır, fark ettiyseniz her iki Aias da zaten Achilles ile karşılaştırılmaktadır ve bugün dahi Achilles’in savaş motivasyonu ile taktikleri tartışılır, Achilles iyi adam mıdır kötü adam mı? Son olarak Francis’in ölmeden önceki gülüşü de melankolik Aias gülüşünün örneği sayılabilir. Zaten filmdeki son savaş da Truva Savaşı’yla ilintilidir; kaçırılan kadını kurtarma.
Arthur Schopenhauer, Upanishadlar’dan övgüyle söz etmektedir ve eğer Schopenhauer bu yönde bir fikir beyan etmişse, Nietzsche’nin bu eserden haberdar olmaması söz konusu değildir, çünkü Nietzsche ile Schopenhauer’i felsefe tarihi içinde ayrı ayrı düşünemezsiniz; Schopenhauer ile ilgili okuyacağınız her şeyde Nietzsche’nin kendisiyle ilgili yorumlarına da mutlaka rastlarsınız. Tabii her okunan eserin olumlanmayacağını ve kabul görmeyeceğini düşünürsek, bunun Nietzsche’nin felsefesini ne kadar etkilediği tartışılır. Ancak Böyle Buyurdu Zerdüşt eserini İncil’den ve Hindu metinleri Vedalar’ın hepsinden bile üstün tutan Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt ile tüm dinlere kafa tuttuğunu açıkça söyleyecek kadar gözünü karartmışken, Hindu metinlerinin bundan nasibini almayacağını düşünmek de yersiz olur. Anlayacağınız, yukarıda konuşulan her şeyi içinde zaten bir Nietzsche gizliydi.
Sanırım hiç kimse fark etmedi, Deadpool’un ikinci filminin tanıtımında Superman’in müziğinin kullanılmasını sadece espri olarak görüp geçtik. İşte tam burada üstün-insanın ahlakından ve üstün-insandan bahsedersek ayrıca bunları bengi dönüş ve birkaç Nietzsche fikriyle sonlandırırsak olay açıklığa kavuşacak. Nietzsche için iyi olan ve kötü olan ayrımını yaparsak, iyi olan soyluların (şövalye aristokrasisi-savaşçı soylular) ahlakı, kötü olansa kölelerin ahlakıdır. Eskiden borçlu olmak ile suçlu olmak aynı şeyi temsil ediyordu, yani suç kavramının kökeni borçtu. Ayrıca kötü kavramı, karşıdakine nefretin değil daha çok karşıdakini aşağılamanın karşılığıydı, yani kötü olan aşağılanmayı hak edendi, zayıf olandı. Bugün bizim kınadığımız şiddet, kölelik ve de savaşlara bambaşka bir bakış açısı getiriyordu. Nietzsche’ye göre tarihte zayıf olan, güçlünün kendisini korumasından dolayı ona borçluydu ve bu yüzden güçlü olanla arasındaki bu borçlu-alacaklı ilişkisinden dolayı güçlünün kendisinden istediklerini yerine getirmek zorundaydı, zamanı geldiğinde borcunu ödemeyen kişi de bugün bize çok uzak olan oldukça acı verici yöntemlerle cezalandırılıyordu, şiddetteyse günahkarca olan hiçbir şey yoktu fakat unutmayın, sebepsiz ve vahşice olan, barbarlıkla eşdeğer olan yıkımdan ve şiddetten Nietzsche de rahatsız olmaktadır. Zaten Nietzsche’nin vicdan kavramına verdiği önemi bilmiyorsak, aradaki ayrımı da zor yaparız.
Yine de Nietzsche insanın içindeki vahşi yanı bir kenara bırakmaz, yani bunu uygun bulmuyor oluşu bunun insanda var olmadığı manasına gelmez. İnsanoğlu acıdan, acı vermekten zevk alan bir varlıktır, buna nedensiz zalimlik de denilebilir. Ancak Yunanlar bunu başarılı bir biçimde dönüştürmeyi/yönlendirmeyi bilmişlerdir, tragedyalar, destanlar vb. unsurlarla kendi yarattıkları karakterlere acıyı yaşatmışlardır, şiddeti sanatla yüceltmeyi öğrenmişlerdir. Hatta buna en iyi örnek Achilles’in, Hector’u öldürdükten sonra cesedini arabanın arkasında dolaştırmasıdır. Yunanlar sanat eserlerinde şiddeti yüceltirken, gerçek hayatlarındaysa rekabeti ön plana çıkarmışlardır. Bundan çıkaracağımız ders ise insanın doğasından vahşilik ve zalimliği çıkaramayacağımızdır, bunu da yok etmeye de çalışmamalı aksine bunu kabullenme cesaretini gösterebilmeliydik.
İşte insanoğlu bunu yönlendirmiştir. Fakat kendine doğru bir yönlendirme olmuştur bu. Yunanların tragedyalarla yaptığını, insanoğlu çileci idealler ile kendine yöneltmiştir. İlk günahı kabullenerek borçlu-alacaklı ilişkisinde çektiği çileye de razı gelmiştir. İnsanlar bu dünyada çektiği çilelerin karşılığı olarak öteki dünyada cenneten pay elde edeceği umuduyla çektiği hiçbir çileye ses çıkarmamışlardır, zaten ilk günahın borcu da buna engeldir. İşte bu çileci ideallerin-köle ahlakının da soyluların ahlakını yenmesiyle rahipler ‘’hastanın zaten kendisi de hasta olan doktoru’’ olmuşlardır.
İnsan acıdan ve acı vermekten zevk duyan varlıktır demiştik. Ancak çileci idealler ve rahipleri, soyluların eylemlerinin onları cehenneme göndereceği, yaptıklarının Tanrının istediği şeyler olmadığını ve kölelerin sonradan mutluluğa kavuşacaklarını söyleyerek pek çok taraftar topladılar, muallak bir şekilde soyluları da etkilemeyi başardılar. Ancak şu vardı, acı insanı büyüten bir şeydi, diğer bir deyimle acı ve mücadele olmadan zafer ve büyüklük de olmazdı yani Nietzsche’nin deyimiyle insanı öldürmeyen şey güçlendirirdi. Ama gel gelelim ki, dinler Tanrılara olan borcumuzu ‘’sonsuza dek’’ uzatmaktan başka bir şey yapmıyordu (yani bu borcu ödeyebilmek gibi bir imkanımız yoktu), aksine bir yanağımıza tokat yediğimizde ötekini dönmemiz konusunda da telkinlerde bulunuyordu, takdir edersiniz ki bunun soyluca bir yanı da zaten yoktu. Kaldı ki, savaşçı soyluların dünyası da böylelikle son buluyordu, insanları barış içinde yaşamaya yönelten telkinler bunun yerini alıyordu ve bu da yıllarca savaşmaya alışmış insanı (savaşçı soylu erkekleri) bir boşluğa itiyor ve kendine yönelttiği eziyeti keskinleştiriyordu. Mesele Sigmund Freud da benzer şekilde, ilkel insanın günümüz dünyasındaki insandan daha mutlu olduğunu çünkü içgüdülerini çok daha az bastırmak zorunda olduklarını söylüyordu (uygarlığın bedeli olan tatminsizlikler), keza Nietzsche için de bağımsız bireyi diğerlerinden ayıran en önemli şey, baskın içgüdüsünü dinleyebilmesiydi yani vicdanı. Bağımsız birey kendine egemen olabilmeliydi.
Yukarda okuduğunuz satırlar filmimizin genel hatları esasında. Mesela Nietzsche, adaletin intikam demek olmadığını söyler, daha doğrusu kölelerin soylulardan intikam alma yolu çileci idealler olduğundan dolayı adaleti intikamdan ayırır. Bu yüzden film salt bir intikam hikayesi değildir, Wade Wilson ile Francis arasında ayrıca bir vaat (borçlu-alacaklı) ilişkisi de vardır. Wade Wilson’a vaat edilen, kanserini iyileştirmek ve onu bir kahraman yapmaktır, Wade de karşılığında üzerinde deney yapılması ve işkenceye razı gelecektir. Kanseri iyileştirilir ancak kahraman olma vaadi yerine getirilmez, aksine bir de köle olacaktır. Bu da yetmezmiş gibi, mutasyona uğradıktan sonra da işkencenin devam edeceğini anladığında anlaşma doğal olarak bozulur. Francis’in de bir zamanlar kendi üzerinde deney yapılmasına izin veren bir hasta olmasından anlayacağınız üzere, ‘’hastanın kendisi de hasta olan doktoru’’ rolünü Francis üstleniyor. Ayrıca tanışma konuşmasında süper güçlerin acısız bir şekilde kazanılamayacağını söylediğinde de Nietzsche’nin acı ile ilgili görüşlerini görürüz, mutasyon geçirene dek Wade Wilson’a giderek artan bir işkence uygulayacağını söylemesinde de keza böyle. Yine Francis’in kendisinden umudunu kesmemeyi Wade’e bir tavsiye olarak vermesi yine Nietzsche’nin umudun işkenceyi uzatan büyük bir kötülük olduğu düşüncelerini bize hatırlatıyor. Anlayacağınız Francis Freeman, burada çileci rahibin tam da kendisi oluyor.
Ne demiştik? Bu filmde özünde iki tane Ajax var, bir diğeri de Colossus. Bağımsız bireyin de kendine egemen olmasını içgüdülerinin istediği biçimde hareket etmesi olduğunu söylemiştik. İşte burada Colossus, görenekleri temsil eden ve içgüdüleri bastırmaya çalışan kişi oluyor. Yine tıpkı çileciler gibi çözüm olmaktan da uzak, hatta biraz daha geniş açıyla değerlendirirsek, Francis eğer kötülüğü temsil eden olarak bir hastalıksa Colossus da onu tedavi edemeyen doktorudur. Çünkü Francis ile Colossus ilk karşılaştığında, Deadpool’un Francis’i öldürmesine müsaade etmediği gibi ellerinden kaçmasına sebep olur. Tek yaptığı ahlaki öğütler vermekten öte değildir de diyebiliriz. Aynı zamanda da Deadpool’un içgüdülerini bastırmaya çalışır, tıpkı çileci rahipler gibi ortaya bir dava sürmektedir (rahiplerin dini ütopyası ve X-Men’in insan-mutant kardeşliği ütopyası gibi) ancak bu davanın nihayete ereceği de yoktur. Kısacası, bu filmde iki Ajax olduğu şeklindeki önermemiz felsefi bir temele de kavuşmuş olur. Zaten Deadpool da kendisini kesinlikle dinlemeyerek son noktayı koyar; ‘’Eğer süper kahraman taytı giymek, psikopatların canını bağışlamak anlamına geliyorsa, belki de benim hiç giymemem gerekiyordu.’’
Weasel’in barına gidelim. Burada gördüğümüz kişiler kiralık katil-paralı asker ve çoğu geride bıraktığı hayatında da benzeri işlerde çalışanlar. Bu kişileri yeni bir hayata ayak uyduramayan kişiler olarak da düşünebiliriz veya en iyi yaptıkları işi yapan kişiler olarak da düşünebiliriz. Ama hiç değilse Wade Wilson üzerinden bir yorum yapabiliriz ve özel kuvvetler eski üyesi olarak tam da söylediğimiz profilde birisi; bir savaşçı. Yine barın içinde de gördüğümüz üzere kimsenin birbirine kibar olmak gibi uygarca davranış sergileme ihtiyacı yok, içgüdüler ve istekler hakim. Mesela Weasel’in ölüm listesinde Wade’in ölümüne para yatırmasını da ahlaki bulmayabiliriz, ancak film kendi içindeki felsefe tartışmasına aykırı bir harekette bulunmamıştır da diyebiliriz, çünkü Nietzsche ahlak kavramına da karşı bir filozoftur.
Yine Nietzsche’nin öngördüğü şekilde otoritenin kendisine karşı alınan her tavırda olduğu gibi, düşünmemek ve pek de konuşmamak gerekiyor çünkü Dünya var olduğundan bu yana hiçbir otorite, kendisinin eleştiri konusu yapılmasında istekli olmamıştır. Wade Wilson-Francis Freeman ilişkisini yine burada görebiliyoruz, daha doğrusu Francis’in motivasyonunu tekrardan anlıyoruz. Fark edilmediğini düşündüğüm bir nokta da, Deadpool’un Nietzsche’nin felsefesine dair aslında en büyük ipucunu verdiği iki kısım. Filmin başına geri dönüyoruz, Wade Wilson, Francis’i yakalamak için yola çıkıyor, taksiye biniyor ve Dopinder ile tanışıyor, silahları yanına almadığını fark ediyor, ona tavsiyeler veriyor ve para vermeden iniyor ve kalabalık bir kafileyle savaşa tutuşuyor. Sonra yine Francis’i yakalamak için yola çıkıyor, tekrardan Dopinder’a tavsiyeler veriyor, para vermeden iniyor ve silahların yanına almadığını fark ediyor ve yine koca bir kalabalıkla savaşa tutuşuyor. Yani bir döngüden söz ediyoruz, bengi dönüşten… Nietzsche üzerine konuşulduğunda bilmemiz gereken şeylerden biri de hayatın bir döngüden ibaret olduğu, yani bizim bugün üzüldüğümüz, sıkıldığımız veya sevindiğimiz şeylere geçmişte pek çok insanın da sevindiği veya üzüldüğü ya da kendi hayatımız içinde de tekrar eden durumlarla karşılaşıyor oluşumuz. Bu kavramda unutulmaması gereken şey, bengi dönüş tıpa tıp aynılık demek değildir yani bir olay tıpa tıp aynı şekilde tekrar etmez, kişiler-konular döneme göre farklılık gösterebilir.
Bengi dönüşü de gerçekleştirdiğimize göre sıra tabii ki amor fati (kaderini sev) kısmında. Kanser olduğunu öğrendiğinde ölmek veya deney programına dahil olmak gibi iki seçeneği olan Wade, deneyler sonucu eski güzelliğini kaybetmiştir. Bu yüzden tekrar Vanessa’ya dönmemiş ve yine iki seçenek arasında kalmıştır, ortadan tümüyle kaybolmak veya eski güzelliğine kavuşmak için Francis’i yakalamak. İşte bu seçimlerden aldığı kararlar onu filmin sonundaki savaşa kadar sürüklemiştir. Artık süper kahraman taytını giydiğine ve filmde de gördüğümüz üzere döngüye girdiğine göre (kötülükle sonu gelmeyecek mücadele diyebiliriz) yapması gereken bu bengi dönüşü olumlamaktır ve kaderini sevmektir. Filmin daha başlarında da Wade, ‘’Hayat, arada bir mutlu reklam arasının verildiği uçsuz bucaksız bir tren kazası gibidir’’ dediğinde aklımıza yine Nietzsche’nin ‘’İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır’’ sözündeki aynı ton gelmeli, zaten iki cümle de özünde aynıdır. Bu tren kazasında Wade, artık yeni yüzüyle yaşamak zorundadır, uğruna güzelliğini feda ettiği güçleriyle beraber gelen olumlu veya olumsuz pek çok şeyle yüzleşecektir ve Vanessa sayesinde filmin sonunda artık şikayet edip sızlanmayı bırakmış, artık övünülecek bir ‘’süper penisi’’ olduğunu da hatırlamaya fırsat bulmuştur. Yani sonunda Nietzsche’nin öngördüğü üstün-insan olmaya tümüyle hak kazanmıştır da diyebiliriz.
Chimichanga!