Nisan 2021’den 5 Film Önerisi

1- NOBODY:

John Wick serisi ve yakaladığı başarının, benzer filmlerin furyasına öncelik edeceği kesindi ve son yıllardaki örneklere bakıldığında, pek de yanılmadık. Tıpkı Nobody gibi. Hardocre Henry gibi bir yapımla oyun severler için harika alternatif sunan ve son derece eğlenceli bir filme imza atan yönetmen Ilya Naishuller ile John Wick serisinin senaristi olan Derek Kolstad günçlerini birleştirerek, inanılmaz eğlenceli bir işe imza atmış.

Nobody, sıradan senaryo içerisinde, tahmin edilebilir bir olay akışında ilerliyor ama ortada kendini ciddiye almayan bir film ve ilgi çekici karakterler olunca, bu pek sıkıntı olmuyor. Özellikle Bob Odenkirk kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. Hikayedeki John Wick etkisi yadsınamaz olsa da, bana en çok bir David Cronenberg başyapıtı olan A History of Violence’ı hatırlattı. O film çok daha karanlık ve ağır tondaydı fakat baş karakterimizin öyküleştilrilmesi açısından benzerlikler taşıyor. Yeri gelmişken, A History of Violence’ı da okurlarımıza önermiş olayım.

Kısacası, şiddet, askiyon, kan, birbirinden harika müzikler, keyifli anlar, fazlasıyla absürtlük ve adrenalinle dolu bu intikam filminde, istediğiniz her şey var. Son olarak, Christopher Lloyd’a saygılarımla, iyi ki var.

2- THE DRY:

Şimdiki önerim ise geçtiğimiz ayın büyük sürprizlerinden olan The Dry olacak. Kitabını okumasam da, konusuyla ilgimi çekmiş, hemen izleme listeme almıştım ve bayağıdır bekliyordum, tatmin edici bir işlenişi olsa dahi benim için yeterliydi. Seyrettiğimde ise ‘tatmin edici’ oluşundan çok daha fazlasıyla karşılaştım, bu açıdan çok da mutlu oldum.

Yönetmen Robert Connolly’nin izlediğim ilk filmi olan The Dry, flashback sahnelerini çok ama verimli, son derece de etkili kullanabilen bir olay örgüsüyle karşıma çıktı. Hikaye, biri geçmişte yaşanan bir ölüm vakası, diğeri ise günümüzde geçen, kan donduran tarzdan bir aile katledilişi olmak üzere iki vaka üzerinden ilerliyor, geçmişe yaşanan ölüm vakasını şüpheli ve aydınlanamamış tutulurken, günümüzdeki yaşanan diğer vakanın ise katili aratılıyor. Bunlar yapılırken, filmin barındırdığı gizemler, şüpheler ve tansiyon, izleyici üzerinde son ana kadar korunuyor.

Avustralya’nın kurak kasabasında, geçmişle iç içe geçen The Dry, seyir zevki yüksek bir suç draması olarak, özellikle True Detective özlemi çekenlere ilaç gibi gelecektir. Yalın anlatımı, duru işlenişi, Eric Bana’nın da muazzam performansıyla yılın kaçırılmaması gereken filmlerinden biri.

3- RIDERS OF JUSTICE:

Kendine has mizah anlayışıyla Danimarka sinemasının önde gelen yönetmenlerinden olan Anders Thomas Jensen, son harikası Riders of Justice ile de büyülemeyi başardı. Eğer bu film, seyredeceğiniz ilk Thomas Jensen yapımı olacaksa ve hoşunuza da giderse, filmografisini keşfetmek için asla beklemeyin ve direkt göz atın derim.

Riders of Justice, eşini metro kazasında kaybeden askeri odağına alırken, aksiyon ve intikam üzerine kurulu bir öyküleştirmeyle ilerliyor. Fakat sıradan intikam hikayesinden çok daha fazlası olduğuna emin olabilirsiniz. Baba-kız ilişkileri, sosyal yabancılaşma, olasılık ve tesadüfün karşılıklı etkileşimi gibi birçok konu başarılı biçimde işlenirken, yaşamları biribirinden travmatik anlara şahit olmuş bir grup “uyumsuz” insanın tekrar hayata bağlanma ve tutunma sürecine şahit olacaksınız. Bu süreç içerisinde şahit olduklarınız ise filmin, neden böylesine özel olduğunu gösterecek.

Gerek kara mizahıyla güldüren, gerekse de acı-tatlı anlarıyla hüzünlendiren Riders of Justice, diyalogları ve senaryosu oldukça güçlü yazılmış, etkileyici bir drama. Baş karakterlerin tümü, bir şekilde beni etkisi altına aldı, terapi etkisi yarattı. Performanslar müthiş, özellikle de Mads Mikkelsen kusursuz.

4- SHIVA BABY:

Gelelim, -şimdilik- bu yıl izlediğim en iyi filme. Tuhaflığıyla ve tüm gariplikleriyle hislerinizi her an, her sahnede harekete geçirecek olan Shiva Baby’i sevmeseniz dahi sizi elbet bir yerden yakalayacak anlara sahip. Yönetmen Emma Seligman’ın ilk olarak kısa metrajını çektiği, daha sonrasında da uzun metraja dönüştürdüğü bu öykü, genç kitleye doğrudan, en iyi şekilde ulaşabiliyor.

Herhalde birçok okuyucumuz korku ve gerilim türlerini çok seviyordur. Shiva Baby’i izlerken şimdiye dek seyrettiğiniz en korkutucu, en gerilim dolu filmi geride bırakma ihtimaliniz var. Çünkü Shiva Baby, iki türü de içinde barındırmadığı halde inanılmaz korkutan ve geren bir film. Gerek rahatsız edici atmosferi ve müziği, gerekse de karakterler arası anlaşılmaz etkileşimle kendinizi bir oda dolusu yabancının içinde hissedebiliyorsunuz. Uncut Gems ve Fleabag’in harmanlandığı enerjiyi düşünün, filmin kurgu temposu tam olarak bu yönde.

Shiva Baby, kötü bir aile/toplum yapısı içerisinde, yargı ve sorguların boğucu stresi ile sizi, tek mekan ağırlıklı, kabus ve anksiyete dolu kaotik kaosa sürüklüyor. Sürüklerken, başkahramanımız Danielle için tüm endişeler doruğa çıkıyor. Başroldeki Rachel Sennott’ın gelecek rolleri için de heyecanlıyım. Filmi ıskalamayın, gözden kaçırmayın ve kesinlikle bir şans verin.

5- THE MITCHELLS VS. THE MACHINES:

Gelelim geçtiğimiz ayın en tatlı filmine. The Mitchells vs. the Machines’i merak ediyordum, iyi olmasını da çok istiyordum. Sonuç olarak ise sadece iyi demekle kalmadım, çünkü mükemmeldi. Gravity Falls ekbininde yer alan, bölüm yazarlarından da olan Michael Rianda ve Jeff Rowe’un yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği The Mitchells vs. the Machines ileride defalarca izleyeceğiniz türden bir animasyon.

Çoğu insan büyüdükçe, üniversite çağına geldikçe, ailesiyle olan bağın koptuğunu hisseder. Bazılarımız hiçbir zaman o bağı kuramamıştır, bazılarımız ise sadece çocukken kurmuştur, çünkü biz değiştikçe etrafımızdaki insanlar yabancılaşabiliyor veya biz, onlara yabancı gelebiliyoruz. Öykümüzün odağı tam olarak burada başlıyor ve bu açıdan da beni direkt yakalıyor. –Seyrettiğinizde de anlarsınız- özellikle Sinema okuyan biri olarak ve ailem dahil çevremdeki kişilerin güvensizliğini göze aldığımda, Katie ile bağ kurmam çok kolaylaştı. Fakat ailenin diğer üyeleriyle olan bağlantımı ve onlarla empati kurmamı asla engellemedi. Film modern, teknolojik zamanı yakalamak ve uyum sağlamakla da ilgili son derece iyi bir konsepte sahip. Hatta süper kahramanların olmadığı muazzam bir süper kahraman filmi de diyebiliriz.

Keyifli, şirin, yaratıcı, renkli ve çok sevimli bir animasyon olan, dinamik anlatımıyla müthiş bir serüvene davet eden The Mitchells vs. the Machines, 1 yıldan uzun süredir devam eden şu salgın günlerinde insanlara saf mutluluk, çokça neşe ve büyük umutlar katabilecek güce sahip. Tek kelimeyle inanılmazdı. Aşırı sevdim. Uyarı: Film bittiğinde onlarca defa “Live Your Live” ve “On My Way” dinleme olasılığınız var.

 

Hazırlayan: Ferit Doğan – @sonofbrucewayne

Yorumlar