Brian De Palma’nın bugüne dek tek bir ”En İyi Yönetmen” Oscar adaylığı dahi alamamasına inanmakta zorluk çekiyorum. Kendisinin filmografisi, özellikle 70’ler ve 80’ler baz alındığında büyük değerlerle dolu ve her biri gerek estetik açıdan, gerekse de görsellik açısından kusursuza yakınlar. Bu sayımızdaki ilk durağımız ise, yönetmenin en iyi filmlerinden biri olan “Phantom of the Paradise” olacak. İsminden de tahmin edeceğiniz üzere The Phantom of the Opera’dan esinlenerek yapılan ama her şeyiyle çok farklı bir film. The Rocky Horror Picture Show ile aynı dönemde çıkıp, onun kadar ilgi görememesi, gölgesinde kalması gerçekten üzücü. İçerik bakımından en az onun kadar büyük bir öneme sahip.
William Finley, Paul Williams ve Jessica Harper üçlüsünün harika uyumu sayesinde onları izlemenin büyük bir keyif haline geldiği filmde, ebedi gençlik kazanmak için ruhunu şeytana satan ve bir müzik yapımcısı olan Swan, yeni Rock Sarayı Cennetini açıyor. Winslow adında bilinmeyen bir bestecinin müziğini çalıp, ona tuzak kuruyor ve uyuşturucu sattığı gerekçesiyle onu hapishaneye gönderiyor. Winslow kaçmayı başarsa da, yüzünün yandığı bir kaza geçiriyor. Daha sonrasında ise siyah deri takım elbise ve kuş benzeri garip bir maske giyip, Cennetin Hayaleti oluyor. Şeytani Swan, çılgın Winslow ve yetenekli şarkıcı Phoenix arasındaki garip aşk üçgeni ile devam eden olaylar silsilesi ise bu şekilde başlıyor.
Phantom of the Paradise için tam bir rock operası masalı diyebilirim. Bu gotik müzikali izlerken her saniyesinde, her anında mest oldum. Set dekorasyonları, kostümler, makyajlar ve şarkılar o kadar muazzamdı ki, gözlerimi alamadım, açılış sekansından son sahneye kadar bakakaldım. Güldürdüğü kadar, hüzünlendiren de bir öyküydü. Korku klasiklerine olan referanslarına hayran kalmamak elde değil. Alman Dışavurumculuğu’nun en iyi örneklerinden, F. W. Murnau’nun devrimsel korkusu Faust: Eine deutsche Volkssage, yine aynı akımdan, Robert Wiene’nin kusursuz Das Cabinet des Dr. Caligari’si, devamında Gaston Leroux’un olağanüstü romanı The Phantom of the Opera, Oscar Wilde’ın felsefi kitabı The Picture of Dorian Gray, Mary Shelley’nin unutulmaz Frankenstein’ı, Edgar Allan Poe’nun kısa öyküsü The Cask of Amontillado ve hatta, Alfred Hitchcock’ın en büyük filmlerden olan Psycho… hepsini bir yerden yakalamanız mümkün. Yanlış anlaşılmasın, tüm bunlar, filmin özgünlüğüne balta vurmuyor, çünkü hepsi hikaye içerisinde gerektiği kadar yer alıyor ve filmi, olduğundan da büyük hale getiriyor. Zaten Brain de Palma’yı bu kadar iyi yapan şeylerden biri de, çıkış yaptığı senelerde, Hitchcock’ı benimsediğini hiçbir şekilde gizlememesi. Bunu Blow Out, Obsession ve Dressed to Kill gibi filmlerinde de görmeniz mümkün.
Konuya dönersek, Phantom of the Paradise’ın, müzik sektöründe kadınların obje haline getirilmesi, seksistlik, ruhunu şeytana satma, seks partileri, ünlüleri çevreleyen kolektif delilik duygusu gibi meseleleri absürt ama etkileyici şekilde işleyebilmesi de en büyük artılarından biri. Bu manada, çalan şarkıların sözlerine kulak verdiğinizde, her sahne için büyük bir öneme sahip oluyorlar.
Keyif Verici Bir Not: Daft Punk üyelerinin New York Times’a verdiği bir röportajda, Phantom of the Paradise’ı “favori filmimiz, sanatsal olarak yaptığımız çoğu şeyin temeli” olarak nitelendirmiş, 20’den fazla kez izlediklerini iddia etmişler. Filmin müziklerini besteleyen ve Swan’ı canlandıran Paul Williams, Daft Punk’ın Random Access Memories albümünde de yer aldı. Beraber çalıştıkları şarkının adı ise Touch’dır.
Yazan: Ferit Doğan – @sonofbrucewayne