Oscar 2022’ye Ön Bakış

BELFAST

Film, 1960lı yıllarda, mezhep çatışmaları ile çalkalanan Kuzey İrlanda’nın Belfast şehrinde yaşayan Buddy adlı küçük bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Dram ve tarih türündeki Belfast, filmi yazan ve yöneten Kenneth Branagh’ın otobiyografisi aynı zamanda. Son derece kişisel bir hikaye anlatan Branagh; aidiyet, yuva ve aile kavramlarına değinerek kendince anlam yüklü bir filme imza atıyor fakat çoğu izleyici filmi o kadar da anlamlı bulmamış. Hatta şunu söyleyebilirim ki, eleştirmenlerden iyi notlar alsa da En İyi Film Oscar Ödülü adayları arasında seyirciler tarafından en az sevilen film Belfast gibi görünüyor. Aday filmlerin en kısası Belfast olsa da yavaş temposu nedeniyle en uzunu gibi hissettiriyor, siyah-beyaz oluşu da sanatsal ve dramatik açıdan hiçbir katkı sağlamadığı gibi bu akıcılıktan yoksunluk durumunu da daha derinden hissettiriyor.

Kadrosunda, En İyi Yardımcı Oyuncu adaylıkları da alan Judi Dench ve Ciaran Hinds gibi iki usta oyuncu bulunsa da kısa ekran süreleri yüzünden parlama şansları olmamış. Judi Dench’in toplam 8 adaylık ile en çok aday olmuş İngiliz aktris olduğunu ve 87 yaşında aldığı bu adaylık ile aday olmuş en yaşlı üçüncü oyuncu olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Filmde gülümseten bazı detaylar var en azından; Branagh, bazı sahnelerde kendi filmlerine göndermelerde bulunmuş. Kendisinden esinlenen Buddy karakterini, Thor çizgi romanları ve Agatha Christie romanları okurken görüyoruz. Ayrıca, film siyah-beyaz olduğu halde, Buddy karakterinin sinema salonunda izlediği filmlerin renkli oluşu; sinemanın, yönetmenin hayatında ne kadar önemli bir rol oynadığını gösteren güzel bir ayrıntıydı.

Yönetmenlik ve özgün senaryo da dahil olmak üzere toplam 7 dalda Oscar adaylığı bulunan film “Oscarlar için çekildim” diye bağırıyor ve listedeki filmlerin kalitesine yaklaşamıyor.

CODA

İşitme engelli ebeveynler tarafından yetiştirilen çocuk anlamına gelen CODA (Children of Deaf Adults) adaylar arasındaki en samimi ve sıcak film. CODA, hem ailesine balıkçılık işinde yardım edip hem de konservatuvara hazırlanan ve ailesindeki işitme engeli olmayan tek kişi olmaktan dolayı sıkıntılar yaşayan Ruby’ye odaklanıyor.

Ruby’yi izlemek lise yıllarına bir yolculuk gibiydi. Dostluk, aşk, üniversite stresi ve aile ilişkileri gibi dertleri olan Ruby, yetenekli oyuncu Emilia Jones’un da başarısı sayesinde izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir karakter olmuş. Bu özelliğinden dolayı da seyircinin kalbini fazlasıyla kazanmış gibi görünüyor CODA. Harika bir film değil, teknik açıdan olması gerektiği gibi ve sade ama buna rağmen insana dokunan, etkileyici bir yapım.

Filmin; En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu olmak üzere üç Oscar adaylığı var. Oyunculardan bahsetmişken, Ruby’nin aile üyelerini canlandıran üç oyuncu, gerçekten işitme engelli insanlar. Bu doğru oyuncu seçimi, filme oldukça doğal bir hava katıyor. Aslında Fransız yapımı film La Famille Belier’den uyarlanan CODA’nın en büyük başarısı da bu seçimi çünkü söz konusu filmdeki işitme engelli karakterler, işitme engeli olmayan kişiler tarafından canlandırılmış ve bu durum oldukça tepki çekmiş. İşitme engelli insanların sıkıntılarına ve duygularına da ayna tutan film, bu yönüyle iyi bir iş başarıyor. Engelsiz insanlar olarak, engelli insanların önüne ne gibi zorluklar çıkardığımızı da gözler önüne seriyor.

CODA diğer adaylar kadar büyük ve gösterişli bir yapım olmasa da mütevazı ve kaliteli bir aile dram-komedisi. Kahkaha attırmayı iyi bildiği gibi, seyirciyi duygulandırmayı, göz yaşartmayı dahi başarıyor. CODA, ödül sezonun kesinlikle kaçırılmaması gereken sürprizlerinden, başarılı bir film.

DON’T LOOK UP

Don’t Look Up’ı çoğumuz izledik. Üzerine konuşuldu, tartışıldı. Gündem olan filmlerden biriydi. Peki, En İyi Film adaylığı alacağını tahmin eder miydik? Kesinlikle hayır. Elbette yönetmen Adam McKay’in yıllardır Oscarlar’a göndermelik film çektiğinin farkındayız, filmin konusu da fazlasıyla zekice bulunacak türden fakat Don’t Look Up’ın adaylar arasında biraz sırıttığı gerçeğini de kabul etmemiz gerek.

Toplamda dört adaylığı bulunan film; kurgu, müzik ve özgün senaryo kategorilerinde de yarışacak. Bir astronomi öğrencisinin, Dünya’ya çarpıp gezegeni yok edecek devasa bir kuyruklu yıldız keşfetmesiyle başlayan film, böyle bir durumla gerçekten karşılaşırsak yaşama ihtimalimizin hiç de uzak olmadığı vahim durumları, uçuk ve mizahi bir yolla izleyiciye sunuyor. Yer yer, kör göze parmak sokar misali örneklere başvursa, “herkes bu kadar aptal değildir” dedirtecek şeyler izletse de bu iyimser düşünce, bazı insanların aptallıklarını gerçekten hafife aldığımızdan geliyor aklımıza. Belki şu an Dünya’yı yok edecek bir kuyruklu yıldız tehdidi ile karşı karşıya değiliz ama sürekli devam eden ve kötüleşen küresel sıkıntılarla yaşıyoruz ve dışarıdan, filmde gördüğümüz insanlardan pek de farklı görünmüyoruzdur.

Don’t Look Up’ı izlemeden önce seyirciyi en korkutan özelliği kalabalık kadrosu oldu. Jennifer Lawrence, Leonardo DiCaprio, Merly Streep, Cate Blanchett, Jonah Hill, Rob Morgan, hatta Ariana Grande ve daha niceleri… Böyle kalabalık kadroların olduğu filmler genelde kaosla sonuçlansa da Don’t Look Up’ta herkesin ekran süresi yeterli ve tatmin ediciydi. Fakat en nihayetinde, Don’t Look Up kötü olmasa da ortalamanın bir tık üzerinde bir film sadece. Bu da adayların seçiminde ciddi sıkıntılar olduğunu gösterir zira filmi En İyi Film kategorisinde filmi aday olmuş bazı yönetmenler kariyerlerinin en az başarılı filmlerinden biriyle aldılar bu adaylıkları. 2021 yılında çok daha iyi filmlerin çıkmış olduğunu bilmesek kanacağız biz de…

DRIVE MY CAR

Drive My Car, her adaylığını hak eden, başarısıyla öne çıkan, çok özel bir film. En İyi Film adayları arasındaki tek yabancı film Drive My Car’ın adaylığı sadece En İyi Uluslararası Film adaylığı ile sınırlı kalsaydı büyük bir haksızlık olurdu. Amerikalıları altyazı okuma zahmetine sokan filmleri En İyi Film kategorisinde daha sık görüyor olmamız çok sevindirici. Bahsettiğim iki adaylığın haricinde En İyi Yönetmenlik ve En İyi Uyarlama Senaryo kategorilerinde de yarışıyor Drive My Car.

Film, sevilen yazar Haruki Murakami’nin Kadınsız Erkekler kitabında yer alan hikayeden uyarlama. Sadece kırk sayfa olan bu hikaye, nasıl oldu da üç saatlik bir film oldu acaba? Drive My Car’ın en göz korkutucu özelliği süresi kesinlikle ama aynı zamanda filmin senaristi de olan yönetmen Ryusuke Hamaguchi, o kırk sayfayı alıp kendi kaleminin gücüyle de öyle akıcı bir senaryoya çevirmiş ki izlerken süresi rahatsız edici gelmiyor. Hatta aday olan bazı daha kısa filmler, Drive My Car’dan daha uzun geldi bana.

Sadece bu kategorinin en iyilerinden değil, 2021 yılının da en iyi filmlerinden biri Drive My Car. Film, bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni olan Yusuke Kafuku’nun hayatındaki bir dönüm noktasının ardından, Vanya Dayı oyununu yönetmesi için Hiroşima’ya gelmesiyle; geçmişi ve kendisiyle yüzleşip şoförü ile yeni bağlar kurmasına odaklanıyor. Aşk, kayıp, özlem, pişmanlık gibi temalara değinen film izleyenin yüreğine dokunuyor, bittikten sonra da insanı buruk bir tebessümle baş başa bırakıyor.

Çok güzel yazılmış, çok güzel çekilmiş, çok da güzel oynanmış; her yönüyle başarılı, neredeyse kusursuz bir film Drive My Car. Pek çok festival ve törenden En İyi Yabancı Film Ödülü ile dönen Drive My Car, Cannes’da da En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü’nü kazanarak Oscarlar’dan da boş dönmeyeceğini ortaya koydu. Yaptığım övgülerden, benim kişisel favorimin ve gönlümün kazananının kim olduğunu anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Drive My Car’ı es geçmeyin çünkü eminim ki izlediğinize pişman olmayacaksınız.

DUNE

Muhtemelen 2021’in en merakla beklenen filmlerinden biri Dune’du. Çok kez ertelendi, nihayet vizyona girdiğinde de pandemiye rağmen herkes sinemalara koştu, salonlar tıklım tıklımdı. Peki onca ertelemeye ve heyecana değdi mi? Kesinlikle değdi. Hele Dune’u sinemada izleyebilmiş olmak mükemmel bir deneyimdi. Dune, efsane yazar Frank Herbert’ın kitap serisinden uyarlama. Öyle bir seri ki bu; Frank Herbert’ın yazdığı, yüzlerce yılı kapsayan altı kitaplık ana seriden sonra, oğlu Brian Herbert da seride bahsedilen savaşlar, hanedanlıklar ve diğer pek çok şey hakkında bir sürü kitap yazmış. Yani anlayacağınız, beyaz perdede uzun yıllarca Dune filmleri göreceğiz.

Şimdi gelelim Dune: Part 1’e… Yönetmen Denis Villeneuve, ilk kitabı iki bölümden oluşan bir uyarlama halinde çekmekle çok yerinde bir karar vermiş. Eminim ki izleyen herkes daha fazlasını görmeye aç bir halde bitirmiştir filmi ve bu izleyici için biraz can sıkıcı olabilir ama onca olayın tek bir filme sıkıştırılmasındansa, derli toplu bir uyarlama izlemek için iki yıl daha beklemeye razıyım. Fakat yine de bu durumun, Dune’un en sıkıntılı özelliklerinden biri olduğunu göz ardı edemeyiz. Kitabı okuyanlar olarak, hem gerçekleşen olayları rahatça kavrayabileceğimizden hem de bu olayların nerelere gideceğini zaten bildiğimizden rahatsızlık duymadık ama kitabı okumamış izleyiciler için ilk defa tanıştıkları bu evrendeki olayları kafalarında tam olarak oturtamayıp sonuçlarını da görememiş olmak büyük bir sıkıntıdır. Öyle ki filmde yer alan detayların çoğu açıklamasız kalıyor ve bu detayları sadece kitabı okuyanlar hemen algılayabiliyor. Ama yeni çıkacak filmin bir devam filmi değil, aslında tek bir filmin ikinci yarısı olduğunu da unutmayalım. Her şeyin orada netleşeceğine eminim ve şunu da söyleyebilirim ki, eğer ilk filmin kalitesinde olursa bomba gibi bir film göreceğiz.

Dune’un toplamda 10 Oscar adaylığı bulunuyor ve her kategoride son derece başarılı. Özellikle; prodüksiyon tasarımı, sinematografi ve Hans Zimmer sayesinde müzik kategorisinde oldukça ön planda gibi. Açıkçası hangi kategoriden ödülle çıkarsa çıksın şaşırmayacağım çünkü teknik anlamda kusursuza yakın, epik bir film Dune. TV dizileri, David Lynch’in kendisinin bile sevmediği sinema uyarlaması, Alejandro Jodorowsky’nin asla çekemediği filmi derken sonunda inanılmaz bir Dune uyarlamasına kavuştuk. Kadrosu, hikayesi, görselliği… Her yönüyle başarılı olan Dune: Part 1 ile unutulmayacak bir serinin doğuşuna tanıklık ettik.

KING RICHARD

Oscarların’ın olmazsa olmazlarından; biyografi! Hepimiz Venus ve Serena Williams’ı tanıyoruz. Bu iki yıldız oyuncu muhtemelen dünya üzerinde en çok tanınan kadınlardan. Kişilikleri ve sporculuklarıyla herkesin sevdiği, özellikle siyahi kız çocukları için en önemli rol modellerden. Ama bu film direkt olarak onların biyografisi değil, babaları ve yaşam koçları diyebileceğimiz Richard Williams’ın biyografisi. Richard’ın, kızları Venus ve Serena’ya nasıl gelecekler çizdiğini, onlar için nasıl uğraşlar verdiğini ve kardeşlerin kariyerlerine nasıl başladıklarını izliyoruz.

Will Smith, babaları Richard Williams rolüyle başrol; Aunjaune Ellis ise anneleri Oracene Williams rolüyle yardımcı oyunculuk adaylığı aldı. Venus’ü canlandıran Saniyya Sidney ile Serena’yı canlandıran Demi Singleton da oldukça başarılı performanslar sergiliyorlar, umarım genç oyuncuları daha çok filmde görürüz. Şunu söylemeden de geçmeyelim; aslında solak olan ve daha önce hiç tenis oynamamış Saniyya, film için sağ eli ile tenis oynamayı öğrenmiş. Fakat filmde oyunculuğunu en beğendiğim isim Jon Bernthal oldu. Gerçekten de her rolünün hakkını veriyor başarılı oyuncu.

Filmin oyunculuk adaylıkları da dahil olmak üzere 6 Oscar adaylığı var. Bu kategorilerden sonucunu en merak ettiğim ve çekişmeli geçeceğini düşündüğüm En İyi Şarkı dalı. King Richard filmi için Beyonce’un Be Alive şarkısı ile Billie Eilish’in No Time to Die’ı başabaş mücadele verecek gibi. Ama Encanto şarkılarının dünya çapındaki popülerliğini düşünürsek heykelcik Dos Oruguitas şarkısıyla Lin-Manuel Miranda’ya da gidebilir.

King Richard tam Oscarlar’da görebileceğimiz tarzda bir film, yarışa uyuyor. Abartılacak pek bir tarafı yok ama izlemesi gayet keyifli. Film hakkındaki en büyük tartışma “Neden Venus ve Serena’nın biyografilerini değil de babaları Richard’ınkileri izliyoruz?” sorusu. Richard Williams’ın kızlarının hayatlarını tamamen planladığını ve ona göre şekillendirdiğini ve bu yüzden anlatım değeri yüksek bir kişi olduğunu söyleyebiliriz ama yine de sahalarda ter dökenler, tüm o ödülleri kazananlar Venus ve Serena. İkisi hakkında bir film çekilebilecekken babaları hakkında bir film çekilmesi gerçekten tartışmalı bir konu ve aslında kadınların biyografilerinin beyaz perde ile erkeklere oranla ne denli az buluştuğunun da bir göstergesi.

LICORICE PIZZA

California’nın 1970li yıllarında geçen film, 15 yaşında bir çocuk oyuncu olan Gary’nin, 25 yaşındaki Alana ile ilişkisine odaklanıyor. İkili türlü türlü belalara bulaşıp çalkantılı hayatlar yaşıyorlar. Paul Thomas Anderson filmleri izlemeye alışık olmayanlar veya konu ilgisini çekmeyenler için çok dağınık, hatta sıkıcı gelebilir bu film. Karışık ve nereye gittiği belli olmayan PTA senaryolarını normalde sevsem de konu ilgimi hiç çekmediği ben filmi çok sevmeyen taraftayım. Görünen de o ki Licorice Pizza ya çok seviliyor ya da hiç sevilmiyor.

Kişisel beğenileri bir kenara bırakırsak bile şu aşikar ki Licorice Pizza yönetmenin en zayıf filmlerinden.  Yönetmenlik ve özgün senaryo kategorilerinden de adaylık alarak toplam üç adaylık sahibi olan Licorice Pizza’nın en büyük kaybı oyunculuk kategorileri. Ana karakterleri canlandıran oyuncular Alana Haim ve Cooper Hoffman kesinlikle adaylık hak ediyorlardı.

Oyuncular hakkındaki detaylara bakalım biraz. Cooper Hoffman, 2014 yılında hayatını kaybeden Philip Seymour Hoffman’ın oğlu. Philip ile çok yakın arkadaş olan yönetmen Anderson’ın çocukları ve Cooper Hoffman beraber büyümüş hatta yönetmen, Cooper’ı kendi çocuklarıyla beraber yıllarca ev videolarında çektiğini söylemiş ve artık Cooper’ı sinema filmlerinden birinde çekmek istemiş. Böylece Cooper Hoffman kariyerinin ilk filminde yer almış ve daha şimdiden babası kadar başarılı bir oyuncu olabileceğini göstermiş. Alana Haim de yönetmene çok uzak biri değil. Alana’nın kız kardeşleri, filmde de Alana’nın kardeşlerini canlandıran kişiler, ile çaldığı müzik grubu Haim’in video kliplerini çeken Anderson, aynı zamanda bu kız kardeşlerin annesi Donna Haim’in öğrencisiymiş. Licorice Pizza’da Cooper’ın Alana’ya olan hayranlığının ilhamını yönetmenin, ilk okulda resim öğretmeni olan Donna Haim’e olan hayranlığından aldığı da söylentiler arasında.

Anlayacağınız, Licorice Pizza yönetmen için fazlasıyla kişisel bir iş. Yetmişlerin havasını güzel anlatırken, insanın ergenlik çağlarındaki maceralarını ve aptallıklarını filmin temposu ve gidişatıyla güzel yansıtan, teknik açıdan başarılı fakat yine de Paul Thomas Anderson filmografisinin alt basamaklarına yer alacak bir film Licorice Pizza.

NIGHTMARE ALLEY

Yönetmenlerin en sönük işlerinin yarıştığı 94. Oscarlar’dan yeni bir örnek daha, Guillermo del Toro’nun Nightmare Alley’i. Stanton Carlisle isimli bir zihin okuyucunun karnavalda başlayan kariyer yolculuğunda basamakları nasıl tırmandığına ve para uğruna kendini ne gibi tehlikelere attığına odaklanan Nightmare Alley bir kitap uyarlaması, hatta 1947 sinemaya uyarlanmış bir versiyonu da mevcut.

Del Toro, her zaman olduğu gibi konsept tasarımı ve sinematografi konusunda harika bir iş çıkartmış, zaten filmin aldığı dört adaylıktan ikisi bu kategorilerden. Filmin karnavalda geçen kısmı bir o kadar ürkütücü bir o kadar da göze hoş geliyordu ki keşke tamamen karnavalda geçen bir film çekseydi de doya doya izleseydik diye düşünüyor insan. Gizemli ve karanlık hikaye, karnavaldan çıkışın ardından bir adamın kendi hırsları ve karanlığıyla yüzleştiği bir drama dönüşüyor.

Nightmare Alley’in adaylığının en sevindirici yanı Oscarlar’da bir gerilim filmi görüyor olmamız. Asla korku filmi göremediğimiz törende bir gerilim filmi görmeye bile hasret kaldık. Hala Toni Collette’in Hereditary ile adaylık alamamasına kızgınızdır. Keşke kendisini Nightmare Alley’de de daha çok görebilseydik. Collette, Dafoe, Perlman… Karnavaldaki karalterleri canlandıran bu oyuncular, Stanton karakterinin oradan ayrılmasıyla pek görünmez oldular.

Devamlı “karnaval” diyorum ama filmin fragmanları çıktığından beri tam bir karnaval havası verdiği için seyirci olarak biz de bunu bekliyorduk biraz, şahsen hayal kırıklığına uğradım. Fakat olmamış için üzülmeyi bir kenara bırakıp elimizde olan filme bakacak olursak görsel açıdan kusursuz, senaryo bakımından sıkıntıları olan, ortalama bir film Nightmare Alley.

THE POWER OF THE DOG

İşte bu yıl Oscarlar’ın en çok adaylık alan filmi, The Power of The Dog. Her sene şişirilen, gereğinden fazla adaylık alan filmler olur ama bu kesinlikle onlardan biri değil. The Power of The Dog, aldığı 12 adaylığın her birini sonuna kadar hak ediyor.

Thomas Savage’ın aynı adlı romanından uyarlanan film asabi bir çiftlik sahibi Phil Burbank’ın ailesi, erkekliği, cinsel yönelimi ve kendi benliği ile çatışmalarına odaklanıyor. Phil’in kardeşi George evlenince, Phil’in hayatı da değişmeye başlıyor.

Filmin en başarılı özelliklerinden biri, aldığı dört adaylıktan da anlayabileceğiniz gibi oyunculuk performansları. Phil karakterine hayat veren Benedict Cumberbatch, en iyi erkek oyuncu; Jesse Plemons ve Kodi Smit-McPhee, en iyi yardımcı erkek oyuncu; Kristen Dunst ise en iyi yardımcı kadın oyuncu kategorilerinde adaylar ve gerçeği söylemek gerekirse hepsi kategorilerin en güçlü isimleri. Dunst ve Benedict’in karakterleri filmde birbirlerinden hoşlanmadığı için oyuncular sette de hiç konuşmamışlar. Benedict de role girebilmek için iki hafta boyunca hiç yıkanmamış ve devamlı olarak sigara içmeye başlamış, hatta bu yüzden üç kere nikotin zehirlenmesi yaşamış.

Jane Campion; ne yaptığını çok iyi bilen, her detayı özenle işleyen, teknik açıdan kusursuz çalışan bir yönetmen. Filmin kalitesi de oyuncular ile yönetmenin gücünden geliyor. Ayrıca Jane Campion, The Power of The Dog ile aldığı yönetmenlik adaylığı sayesinde, Oscarlar tarihinde iki defa aday olmuş tek kadın yönetmen unvanına sahip oluyor. The Power of The Dog’un gücünü kelimelere dökmek çok zor, ancak başarısını anlatabilirim sizlere. O yüzden önerim şudur, kesinlikle izleyin. Dram dolu bu psikolojik film her yönüyle mükemmel. The Power of the Dog yılın en iyilerinden.

WEST SIDE STORY

West Side Story’i tek cümlede özetleyecek olsam bu cümle “Ne gerek vardı?” olur. Gerçekten, bu filme gerek var mıydı? Hali hazırda müzikali, çok sevilen bir sinema uyarlaması varken, 2021 yılında West Side Story çekmek son derece gereksiz. Film yeni bir şey sunmadığı gibi orijinalinden iyisini de yapamıyor. Senaryosundan kaynaklı sıkıntılar da olduğu için müzikal sevmeyen izleyicinin filmden zevk alması bir hayli zor. Müzikallerin hakkıyla uyarlanmayacaksa sinemaya taşınmaması gerektiğini düşünenlerdenim.

Toplamda 7 adaylığı bulunan filmin sevindiğim tek adaylığı Ariana DeBose’nin En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı oldu. DeBose, adeta tüm filmi taşıyor, filmi yarıda bırakmadıysam bir neden de onun güzel oyunculuğudur. Oyuncular demişken, filmin en rahatsız edici özelliği Ansel Elgort’un yer alması. Ergenlik çağlarımda Aynı Yıldızın Altında okuyup Ansel Elgort’un hayranı olmuş biri olarak, hakkındaki “17 yaşındaki çocuğa cinsel istismar” suçlamalarından sonra kendisini hiçbir yapımda görmek istemezdim. Suçluluğu kanıtlanmış olmasa da bu gibi durumların, suçluluğu kanıtlanmış erkeklerin dahi hiçbir şey olmamış gibi yaşamalarının önünü açtığını düşünmekteyim.

West Side Story’e dönecek olursak; hoş müzikal sahneleri olsa da genel anlamda başarısız bir film. Prodüksiyon kalitesi oldukça iyi ama yönetmen Steven Spielberg, zaten daha aşağısını bekleyemeyiz ondan. İşte böylece, Spielberg de en sönük filmlerinden biri ile 94. Oscarlar’da yer alan yönetmenlerden biri oluyor. Eğer orijinal West Side Story ya da müzikalleri çok sevmiyorsanız kesinlikle uzak durun.

Yorumlar